Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat
“Ehl-i sünnet ve’l-cemaat;” hiçbir önyargısı olmayan, Kuran-ı kerim ve Sünnet-i seniyye gibi, Eshab-ı kiram, Tabiîn ve Tebe-i tabiîn âlimlerinin ictihatlarını da dinde senet kabul eden, dirayetli ve insaflı müslümanlardır.
“Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat;” İslam ümmetinin ana gövdesini teşkil eden ve: “Hiç şüphe yok ki ümmetim, sapıklık üzerinde ittifak etmez. İhtilâf gördüğünüz zaman, sevâdü’l-a’zama (en büyük kitleye) uyun!” (İbn Mâce 3950) hadis-i şerifinde işaret edilen en büyük müslüman topluluktur.
“Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat;” Eshab-ı kiramın hepsini seven, tamamını dinde örnek ve önder kabul eden, -çeşitli sebeplerle- aralarında cereyan eden üzücü olaylarda hiçbir tarafı tutmadan, hepsine aynı mesafede duran ve en önemlisi; o güzide Peygamber dostlarını yargılamaktan haya eden; ihlaslı, âdil ve saygılı müslümanlardır.
Dikkat edilirse Ehl-i sünnet ve’l-cemaat isimlendirmesinin iki ayağı vardır. Bunlardan biri “sünnet,” diğeri de “cemaat”tir. Sünnet; Kur’ân-ı kerimin açıklaması mesabesindeki Efendimiz aleyhisselamın mübarek sözleri, fiilleri ve takrirleridir. Cemaat de; Eshab-ı kiram, Tabiîn ve Tebe-i tabiîn âlimleridir. İşte sünnete tâbi olan müslümanlara “Ehl-i sünnet,” Eshab-ı kiram, Tabiîn ve Tebe-i tabiîn âlimlerini örnek alanlara da “Ehl-i cemaat;” ikisine birden ise, “Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat” denilmiştir. Buna göre “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat”in üç temel hususiyeti vardır. Şöyle ki:
a) -Saptırmadan- Kur’ân-ı kerimin tamamına doğru olarak inanmak ve onun emrine kayıtsız şartsız teslim olmak.
b) -Hiçbir ön yargıya takılmadan- söz, fiil ve takrir olarak Sünnet-i seniyyenin tamamına inanmak ve onu hayat tarzı yapmak.
c) -Tarihteki hiçbir siyasî olay veya ihtilafı düşünmeden-; Eshab-ı kiram, Tabiîn ve Tebe-i tabiîni rahmet ve hürmetle anmak ve onların âlimlerini örnek almak.
İşte bütün İslam âlimlerinin ittifakıyla: “Hiç şüphe yok ki İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka hâriç, hepsi cehennemliktir.” (Bir sahabi) ya Resulellah, o fırka hangisidir, deyince: “Onlar, Benim ve Eshabımın yolunda olanlardır,” buyurdu,” (Tirmizi 2641) hadis-i şerifinde; fırka-i naciye yani kurtulmuş kitle olarak bildirilenler; bu, İslamın anayolundaki şanlı ve şanslı “Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat” müslümanlarıdır. Bunun böyle olduğunun sayısız aklî ve naklî delilleri vardır.
Şimdi de; Kur’ân-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve Eshab-ı kiramın Dinimizdeki yerini biraz daha yakından görelim:
1- Kur’ân-ı kerîm: Allahü Teâlânın; indirdiği en son mukaddes Kitaptır. O, İslam dininin birinci ve en büyük kaynağı olup, O’na muhalif hiçbir hüküm olamaz. Ehl-i Sünnet’in, Kur’ân-ı kerîm anlayışını üç maddede özetleyebiliriz:
a) İman ve teslimiyet: Ehl-i sünnet, -hiçbir ön yargıya düşmeden- Kuran-ı kerimin bütün âyet-i kerimelerine; manalarını anlasa da anlamasa da şeksiz ve şüphesiz olarak iman eder.
b) Selef-i Sâlihin’e İttiba. Ehl-i sünnet, Kur’ân-ı kerimin anlaşılmasında Selef-i salihine ittiba eder.
c) Tevakkuf: Ehl-i sünnet, açıklayamadığı ayet-i kerimelerin yanında “tevakkuf” edip durur; ben bu ayet-i kerimeyi şu anki bilgilerimle izah edemiyorsam; bu, benim yetersizliğimdendir, der.
2- Sünnet-i Seniyye: Kur’ân-ı kerimden sonra, İslâm toplumunun fikrî ve amelî yani teorik ve pratik oluşumunu sağlayan en önemli unsur Sünnet-i seniyyedir. Dolayısıyla Sünnet-i seniyyenin tamamına bağlılık dinî bir zorunluluktur.
3- Ashâb-ı Kirâm: Resulullah’ın; arkadaşları, sırdaşları, yardımcıları, dininin tebliğcileri ve vahiy kâtipleri olan Eshâb-ı kirâm aleyhimurrıdvan hazeratının fazileti, önemi çok büyüktür. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı merhametlidirler. Onları; rükû ve secde hâlinde, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir.” (Fetih 29)
Bir Hadis-i şerifte ise, şöyle buyurulmaktadır: “Eshâbıma sövmeyiniz! Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, (Eshabımdan olmayan) biriniz, dağ kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan olan birinin bir avuç arpa vererek kazandığı sevaba ve (hatta) yarısına kavuşamaz.” (Tirmizi 3865)