Eğitim.. 12 Yıl… Mecburen!..
-Örgün eğitim sistemimizde bilginin ve
sınıf geçerek mezun olmanın tek ölçütünün yalnızca ders kitapları ve testlere
dayalı sınavlar ile alınan notlar olması büyük sıkıntı.
Bir başka sıkıntı da, öğrenciye
kullanmayacağı bir kısım verilerin “bilgi” diye dayatılması ve çocukların bu
verileri ezberlemekten mesul tutulmasıdır!
Oysa talebenin, öğrendiklerini çoktan
seçmeli testler yoluyla aktardığı ölçüde değil, bilgiyi kullanabildiği öncüde
başarılı sayılması daha doğru olanıdır.
Geçmişte Anadolu’da kullanıldığı
bilinen “Marifeti olmayanın ilmi de
olmaz!” özdeyişi, fertleri, marifet üzerine eğilmeden bir takım ezberler ve
testlerle yalnızca “kuru bilgi”
ezbercisi haline getiren anlayışa bir cevaptır.
Bu anlayış, gençliği bir kalıba sokarak aynı
fabrikanın mamulü haline getirmeye hizmet eder.
Şimdiye kadar onca kuşağı heder eden
Türkiye okul sisteminin yıllardan beri varamadığı idrak düzeyi budur.
Bireyleri, kesin zaman dilimlerine
bölünmüş, günlük, haftalık, yıllık koşuşturmalarla “meşgul ederek” ömürlerini
heba eden, tüketen pozitivist eğitim paradigması insanımızı derin bir kafa
tedirginliğine sürüklemiştir.
Eğitim, hazır bir takım malûmatlara sahip olmaları
için insan kitlelerini “sürü” misali
yetiştirme etkinliği değildir.
Ezber ve tekrara dayalı bir sistemle
arzu edilen liyakatli kuşaklar değil, kurtuluşu kendini inkârda arayan idraki
başkalarının düşüncelerine perçinli canlı cenazeler yetiştirilebilir.
Hz. Ali, “İlmin azamisi, dilde olanı, âlâsı (yükseği) ise her uzvundan tecelli
edenidir.” der.
Nice insanlar vardır ki, ilim
zannettikleri, ruhsuz -yavan, faydasız
bilgilerle dünyadan göçüp gitmişlerdir.
Hayatın, dünyanın zorluklarına karşı
çelikten kale gibi “dimdik durabilecek”
nesiller yetiştiremeyen, topluma aydınlık bir çıkış yolu sunmaktan yoksun…
Fertlere yalnızca Batılıların “data” (veri) dedikleri
yavan “malûmat paketlerini” belleten köhne bir sistemi kim ne yapsın?
Böyle bir sistemle olsa olsa olsa
dünyevi nimetlere karşı zaaflarla dolu, zorluklara karşı dayanaksız,
teslimiyetçi kuşaklar yetiştirilebilir.
x
Tefekküre ve ilme yaslanan
makalelerini, kitaplarını okumaya gayret
ettiğimiz Muhterem Hasan Can, “milli denilen eğitim”in halini böyle anlatmış.
Tek tipçi, ezberci, kuru bilgileri yükleyen,
talebelerin kabiliyetlerini geliştirmek yerine, milyonlarcasını bir yerlerde
toplayarak “meşgul” eden,
hayatlarının en güzel çağlarını tüketen bir yapı.
BİNA OKULLARI!
Tam 12 yıl boyunca, “binalara” mahkûm ediyoruz
çocuklarımızı, gençlerimizi…
Kahir ekseriyeti, hayattan, mücadeleden kopuk bir şekilde, okula gidip
geliyor…
Lise yıllarınızı hatırlayın; harala
gürele yılları.
Hurrrra sınıflara…
Hoca gelsin, beş on dakika sınıfı
susturmaya gitsin.
Son on dakika da “of, pufI”
Arada üç beş şey öğretebilirse ne alâ…
Lise mecburi.
Büyük okuma azmiyle okula giden genç,
bir an evvel ders başlasın istiyor.
“Mecburen” giden genç ise, oflaya
puflaya, yaramazlık yapa yapa okumak isteyen gence de engel oluyor.
Öğretmenlerin ömrü de, haylazları
susturmaya çalışmakla geçiyor.
Çocuklar, bilhassa da gençler,
okul-hayat bağlantısı kuramıyorlar, binalara gidip gelirken…
Mezun olduktan sonra ne yapacaklar?
Ne işe yarayacaklar?
Aileleriyle birlikte mi oturacaklar, yoksa
ayrı bir yere mi çıkacaklar?
Evlenip yuva mı kuracaklar, yoksa en
az orta yaşa kadar “bekâr” kalmayı mı tercih edecekler ya da böyle yapmaya
mecbur mu olacaklar?
Çocukları harala gürele koşturuyoruz.
Okullarda kabiliyetlerine göre
yönlendirmeye yarayacak mekanizmalar yok.
Ya da şeklen var.
Malûm, rehberlik öğretmenliği öğretmenlikten
sayılmıyor maalesef.
Siz okurken, rehberlik öğretmenleriniz
var mıydı?
Vardı büyük ihtimalle.
Peki onlardan birinin ismini, hadi
bıraktık ismini, suretini hatırlıyor musunuz?
Okullarda bir “bedenci”, bir de “rehberlikçi”,
(aşağı yukarı) öğretmenden sayılmıyor.
Kaç rehberlik öğretmeni kaç çocuğun
kabiliyetini keşfetmiş ve o alana yönlendirmeleri için ailelerine tavsiyelerde
bulunmuştur acaba?
Hoş bunu yapsa da, faydası yok.
Okula 12 yıl boyunca gitmek mecburi.
“Çıraklık Okulu”nu mu tavsiye etsin?
Eskiden olsaydı, ilkokulu bitiren için
yol açıktı…
Verirdin bir ustanın yanına, aslanlar
gibi yetişirdi.
Hem ruhu, hem de mesleki birikimi
gelişirdi.
Nerede nasıl konuşacağını, kime nasıl
hitap edeceğini bilirdi.
O eski ustalar,
işlerinin ehli adamlardı, büyüğe
saygıları, küçüğe sevgileri vardı.
Şimdilerde, ustalar yetiştirecek çırak
bulamıyorlar.
Birçok meslek, “yetişmiş eleman”
sıkıntısından dolayı can çekişiyor.
Ustalar, yetiştirmek, ülke üretimine
kazandırmak için yetenekli, gayretli çıraklar ararken…
Çocuklar, topyekun “şafak” sayıyor, 12
yıl kaç gün ederse artık!..
Bunun bir de üniversitesi var.
Liseden kahir ekseriyeti “mesleksiz”
çıkan genç için mecburi istikamet üniversite!..
Oraya gidince hayatı en az bir dört
yıl ötelemiş oluyor genç.
En az dört yıl.
Çoğu, üniversiteyi bitirene kadar bir,
hatta iki yıl kaybediyor.
Oluyor mu sana yaş neredeyse 30!
Aslında, çoğu üniversite lise gibi
bizde, çoğu lise de ilkokul gibi.
Lisede, çarpma, bölme yapmasını
bilmeyen nice genç var.
Çarpma, bölme yapmasını bilmeyen lise
öğrencisiyle ne yapacak matematik öğretmeni?
Hadi, onlar için taaa temelden
başlasa, bu merhaleleri çoktan geçmiş, matematikte hızla ilerlemek isteyen gençler sıkılmaz mı?
Dersten kopmaz mı?
Bizim eğitim sistemi, herkesi aynı
kaba yerleştiriyor.
Bir de marifetmiş gibi, bir yıl daha kaybettirmek bir işe yararmış
gibi, liseyi üç yıldan dört yıla çıkartıyor!..
Çocuk ne kadar çalışkan, ne kadar
kabiliyetli olursa olsun, o yılları tamamlamak mecburiyetinde.
Okumak isteyenlerle istemeyenler,
tembellerle çalışkanlar aynı ortamda.
Sonra…
İnanmak güç gelecek ama, ben, “şarkı
sözleri” hariç, bir dörtlük olsun bilmeden Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne
gelmiş öğrenciler gördüm.
İletişim Fakültesi mezunu olduğu
halde, düzgün cümle kuramayan gençler gördüm.
Çocuk istemiyor ki?
Okumak istemiyor!..
Peki niçin gidiyor üniversiteye?
Kendisini mecbur hissettiği için,
yapacak başka bir şeyi olmadığı için…
“Bir
yeri tutturayım, sonra belki devlete kapak atarım” diye düşündüğü için…
“Bizimkiler de çok kafa ütülüyor, hiç olmazsa
dört yıl evden uzaklaşırım.”
diye düşündüğü için…
“Üniversiteli olmayı marifet
bellediği” için!..
Kimse oraya buraya çekmesin;
Ders çalışmaktan zevk alan,
okumaya-yazmaya hevesli, okulunu, üniversitesini seven gençlerin gidebildikleri
yere kadar gidebilmeleri için bütün imkânlar hazırlanmalı.
Diğerleri için ise yol yakınken, yeni
yollar bulunmalı.
Efendim işte okullar açıldı.
Gençlere bu sene de, bize 40 yıl evvel
anlatılanlar anlatılacak.
Bir şey değişmemiş gibi, dünya öylece
kalmış gibi.
Bilgi her talebenin parmaklarının
ucunda değilmiş, arama motoruna giren, derslerde anlatılanların milyon katına
anında ulaşmayacakmış gibi…
Şimdilerde…
Öğretmen “akıllı” tahtanın başına
geçecek…
Ders anlatmaya başlayacak…
Kimi çocuklara çok yetersiz gelecek
anlatılanlar, hatta “yakın tarihin yalanları” misali gerçek dışı gelecek.
Soru soracak…
Ya da “Boş ver, bilmez nasılsa!”
diyecek…
Genç, dinler gibi yapacak…
Karşısındakinin eksikliklerini daha
çok da müfredatın kusurlarını bizim çocukken, gençken gördüğümüzden çok daha
fazla görecek.
Çoğu zaman gördüğü halde “susacak.”
“Suskunluk sarmalı”na girecek!..
Ve kanat açıp göklere uçabilecek olanlar da…
12 yıl boyunca orada çakılı kadro bekleyecek!..
Uçmayı unutmuş halde, dışarı bırakılıverecek!