Eğer iftiraya uğradıysak!
İnsanoğlu yaratıldığından beri isimler ve mekan hariç
yaşanılan imtihanlar hemen hemen aynıdır. Ahsen-el Hadis olan kitabın içinde
bütün örnekler tek tek sunulur.
Bize düşen ya hayata şekil verenlerden olma gayreti ile
önlerde olup hayatın öznesi olmak, ya da arkada kalarak diğer kişilerin
takipçisi olup nesneliyi tercih etmektir.
Özne olmak aktif bir duruşu ve çok çalışmayı mecbur kılar. Nesne
olmak da pasif olup evde kalmayı ve açılan yolda emek vermeden bazen de aklını
kullanmadan söylenenlere uymayı gerektirir.
Aktif duruşun simgesi olan erlerin, hayatın akışında
yapmadıklarına “yaptı” denilmesi, söylemediği söylemleri “söyledi” denilmesi bu
gayretin uzantısıdır.
Meyve veren ağaç nasıl yaramaz çocuklar tarafından taşlanıyor
ve zarar görüyorsa, aktif olanlar da elbette bu taşlardan nasibini alacaktır.
Kendimizi düzeltmek, nerede nasıl duracağımızı bilmek ve Rahman’ın
bak dediği yerden bakmak gerek. Zan elbette çok kötüdür. Hakkında kesin
bilginin olmadığı her şey bir zandır. Ve zannın
bir kısmı günahtır. İyi zanda bulunmak elbette güzeldir.
Kusurların araştırılması, arkadan konuşulması, yaşanmayan
şeylerin varmış ve yaşanmış gibi anlatılması, söylenmeyen şeylerin söylendi
denilmesi elbette en büyük günahlardan biridir.
Ağızlardan düşünülmeden çıkan sözlerin karşıda yaptığı etki
ve tahrif kelimelerle ifade edilemeyecek kadar çoktur.
Öncelikle iftiraya uğrayana karşı takınılacak tavır Nur
suresinin 12. Ayetinde şu şekilde ifade edilmiştir:
“Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin,
kendi vicdanları ile hüsnü zandan bulunup da “Bu, apaçık uydurulmuş bir
iftiradır” demeleri gerekmez miydi?
Düşünülmeden söylenen sözlerin sahibi; attığı iftira ile can
yakıp kalp kırarken, yuva yıkıp ocak söndürürken, insanların içine fitne
koyarken kendisinin rahat bırakılacağını mı sanır?
İftira olayında ya sabrederek ve kendisini temize çıkaracak
olan Rahman’a dayanarak zamanın Aişe’si olmak, ya da iftira atarak ve bilmediği üzerine ahkam
keserek münafıkların başı Abdullah bin Übey olmak vardır.
Nur suresinin 11. Ayetinde bu iftiranın kötülük olmadığını,
aksine o iftiranın atılan kişi için iyilik olduğunu Rahman vahyine koymuştur. Zira
iftiraya uğrayan, iftira olduğunun farkındadır.
Bir taraftan iman edenlere birisi haber getirdiğinde araştırılması
emri verilirken, diğer taraftan da namazla ve sabırla Allah’tan yardım
dilenmesi istenmektedir.
Namaz ve sabır kulu Rahmana yaklaştırır. Ne kadar aciz olunduğu,
olaylara asla müdahil olunmadığı ve zamanın gerçeğin anlaşılması için en iyi
ilaç olacağı herkesin malumudur.
Af etmek ve ihsanda bulunmanın, kötülüğü iyilikle savmanın
zamanla iftira atanın candan dost olabileceği yine Rahman’ın müjdesidir.
Bir yandan da kendisine iftira edenin af edilmesi, yardım
edilmesinin kesilmemesi örnekliği kitabın öğretisidir.
Hz. Ebu Bekir’in iffet abidesi kızına iftira atan, bakımını
üzerine almış olduğu teyze oğlu Mistah b. Usase’ye;
“Ne sen bendensin ne ben sendenim. Bundan sonra Mistah’a
benden zırnık yok…” demesi üzerine Rahman vahyi ile kuluna yol
göstermiştir:
“ İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya,
yoksullara, Allah yolunda göç edenlere ( mallarından) vermeyeceklerine yemin
etmesinler, bağışlasınlar, feragat
göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını istemez
misiniz? Allah bağışlayandır, esirgeyendir ” (Nur 24/22)
Allah Resulü ayet indiğinde Sadık arkadaşını çağırmış;
“Allah’ın seni bağışlamasını istemez misin?” diye
sormuştur.
Bağışlanmayı arzulayan, ahirete talip Allah dostu;
“Rabbimin indirdiği başım gözüm üstünedir” demiş,
Mistah’ı evine çağırmıştır. Bu vakitten sonra yardımını iki katına çıkarmıştır.
Hayat acılarla, iftiralarla, hakkının yenilmesi ile geçse de
bir gören, duaları işiten, haklının hakkını asla zayi etmeyen vardır. Mesele odur
ki: dik duruş sergilemek ve Rahman’a kulak vermektir…
Ves-selam