Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
13 Haziran 2024

Edirne'nin 5 güzeli

Yükseköğretim Kurumları Sınavı’nın ilk oturumu olan Temel Yeterlilik Testi için yollara düşen öğrenci ve ailelerinde heyecan dorukta... Bizler ise Temel Emiroğlu, Ali Yüksel, Muhammet Bozkurt ve Fırat İpek’le birlikte serhat şehri Edirne’ye revân olma telaşındayız...

Osmanlı’nın üçüncü pâyitahtına... Sefere çıkan mücahidlerin zafer için soluklandığı serhat yurduna... Tunca ve Meriç’in coşkun coşkun aktığı sular beldesine... Festivalleriyle, davuluyla, zurnasıyla, klarnetiyle; eğlenen, eğlendiren, neşe saçanların cümbüş şehrine... Dedik ya, heyecan dorukta... Beklentiler yüksek... Sıradan bir yerden değil, Edirne’den bahsediyoruz...

EDİRNE; Osman Bey tarafından dünyayı hidâyet ve i’lây-ı kelimetullâh cehdiyle nûrlandıracak, nizâm-ı âlemi sağlayacak Devlet-i Âl-i Muhammedî olan Osmanlı Devleti’nin manevi temelinin atıldığı ulu çınar Söğüt’te kök salıp, Bursa’dan sonra dallarının uzandığı serhat beldesi...

EDİRNE; Birinci Murad Hüdavendigâr tarafından 5 Mayıs 1361’de fethedildikten sonra İstanbul’un alınışına kadar 88 yıl (1365-1453) Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapan kadîm şehir...

EDİRNE; Babası Sultan 2. Murad’ın ölüm haberini sancakbeyi görevini yürüttüğü Manisa’da öğrenen Şehzade Mehmed’in, henüz 20 yaşındayken 18 Şubat 1451’de Osmanlı Devleti’nin padişahı sıfatıyla ikinci kez tahta çıktığı ulu makam...

EDİRNE; Fatih Sultan Mehmed’in fetih için çizimlerini bizzat kendisinin yaptığı; Mimar Muslihiddin Ağa, Saruca Paşa ve Urbain’in döktüğü devrin en büyük topu Şâhi’nin (padişaha ait olan) 64 günlük yolculuğa çıktığı yer...

EDİRNE; Şeyh Ebûl Vefâ’nın “Debbağlar İmamı” nâmıyla meşhur Şeyh Musliheddin Halife ve Şeyh Abdüllatif Kutsî Hazretleri’nden zamanının bütün ilimlerini öğrendiği ilim, bilim ve âlimler şehri...

EDİRNE; 1703’de bozuk siyasî ve iktisadî durumun da etkisiyle ulemâ, asker ve nihayet İstanbul yerine Edirne’nin pâyitaht yapılacağı söylentileriyle tahrik edilen İstanbul halkının ayaklanmasıyla tarihe “Feyzullah Efendi Vak’ası” olarak geçen isyanın vukû bulduğu, Şeyhülislâm Feyzullah Efendi ve oğlu Nakîbüleşraf Fethullah Efendi’nin başlarının asilerce kesilip Tunca Nehri’ne attığı yer...

EDİRNE; Osmanlı hükümdarı Birinci Murad Hüdavendigâr tarafından 5 Mayıs 1361’de fethedildikten 468 yıl sonra Rus, Bulgar ve Yunan (22 Ağustos 1829 yılında Rusların şehre girip birkaç ay kalmaları Edirne’nin uğradığı ilk işgal felaketi olmuş. Ardından ikinci defa 20 Ocak 1887’de tekrar Rusların 13 ay, 26 Mart 1913’te Bulgarların 4 ay, 25 Temmuz 1920’de ise Yunanlıların 2 yıllık işgal ve zulmüne maruz kalmış.) işgalleriyle inim inim inleyen...

İnlemek ki ne inlemek; Müslümanların ve diğer teba’ların evlerini yakmak ve yağmalamakla kalmayıp, Tunca kıyısındaki Eski Saray (bugünkü Sarayiçi) bölgesinde, Kıyık semtinde kadınlara tecavüz edip, kurşuna dizip, aç bırakıp, sokakları ceset yığınlarıyla doldurarak aynı bugün Gazze’de olduğu gibi çocukları dâhi katletmişler... Hayatta kalanların ise çoğu kolera salgınında hayatını kaybetmiş... Bunlar yetmezmiş gibi Ruslar, Kıbrıs Fatihi Sultan İkinci Selim’in fetihten dönerken İznik’te tasarlayıp Edirne’de şahesere dönüştürdüğü içinde 40'ı aşkın lale, sümbül, menekşe, gül motiflerini barındıran Selimiye’deki çinileri bile söküp götürmüş... Caminin doğu kesimindeki top yarası ise o günlerin acı bir hatırası olarak hâlâ korunuyor.

SERHAT ŞEHRİ EDİRNE BİZİ ÇOK ŞAŞIRTTI!..

İşte bu şanlı, tatlı ve acı hatıralarla dolu tarihimizin yazıldığı kadîm beldeyi, diğer bir ifadeyle Fatih’in fethetmek için geldiği İstanbul’dan Edirne’ye doğru 234 kilometrelik yolu katediyoruz...

Beklentimiz yüksek... Fakat son sayımlara göre merkez nüfusu 194 bin 991 (Keşan, Uzunköprü, İpsala, Havsa, Meriç, Enez, Süloğlu, Lalapaşa ilçeleriyle beraber 419 bin 913) olan şehre girerken bir taşrayı andıran görüntülerle karşılaşıyoruz...

“Kuruluş Destanı”nın yazılışının, İstanbul’a ve dahi daha batıya akınların düzenlenerek seferlerin zafere dönüşmesinin mihenk taşı Edirne hikâyesinin gerisinde tipik bir Anadolu beldesi görüntüsü eşliğinde büyük bir şaşkınlık yaşıyoruz.

ULU MÂBED BÜTÜN İHTİŞAMIYLA KARŞIMIZDA...

Kaldırımlara yayılmış çay ocaklarında keyif çatanların bakışları arasında cadde mi, sokak mı belli olmayan yollarından şehrin kalbine ilerlerken ulu bir mâbed çıkıyor karşımıza...

UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki bu güzel eser bütün şehri etrafına toplamış, kendine hayran hayran baktırıyor... Mâziden âtîye ne varsa hepsini aktarıyor.

Sinan’ı Koca Sinan yapan bu şaheserin Sinan’dan öte bir de dillere destan hikâyesi(*) var... Minarelerinin hikâyesi bir başka, kubbelerininki bir başka; çinilerininki bir başka, akustiğininki daha bir başka; okunan ezanların semada yankılanışı bir başka, mâbedin içinde mâkes bulması daha da bir başka...

Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 2021’in Kasım ayında başlattığı restorasyon çalışması içeriye ve dışarıya kurulan devasa iskelelerle ziyaretçileri hayal kırıklığına uğratsa da, ulu mâbed yeni yüzünü göstermek için gün sayıyor... İstiklâl ve İstikbâl şairimiz Âkif’in, Sinan’ın kalfalık eseri için ifade ettiği, “Hadi gel yıkalım şu Süleymaniye’yi desen, / İki kazma kürek, iki de ırgat gerek. / Ancak, hadi gel yapalım şunu geri desen, / Bir Sinan, bir de Süleyman gerek” dizeleri kendini burada da hatırlatıyor. Kubbelerde büyük bir ilerleme katedilirken, zemin çalışmaları hazırlanan projelerle hayata geçirilmek için iskelelerin sökülmesini bekliyor. Allâhû a’lem, sadece Edirne’nin değil, İslâmlığın ve insanlığın simgesel başyapıtı Selimiye Camii'nin bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi’nde besmelelerle, hamdelelerle, selvelelelerle, şükrün en veciz ifadesi dualarla, birbirine karışan âminlerle açılacağı tahmin ediliyor.

HOCAEFENDİ AŞR-I ŞERİFİYLE CEMATİ MEST EDİYOR...

Vakit, öğlen vakti... Selimiye’den okunan ezanlara diğer mâbedler de eşlik ediyor... Edirne’de büyük bir şenlik başlıyor... Ulu mâbede hayran hayran bakanların nazarları eşliğinde cem olanlar Kâbe'ye açılan mihrabın önünde Rabbine yöneliyor...

Selimiye Camii İmam Hatibi Hâfız Yusuf Serenli hocaefendi ulu mâbedin mihrabında huşû ile namazı kıldırdıktan sonra misafirlerine aşk makamında aşr-ı şerif ikram ediyor. İkram sonrası hocaefendi ile dualaşıp mihrabın önünde öyle bir muhabbet sofrası kuruyoruz ki, gönüllerimiz şifâ buluyor... Ebu’l Feth Fatih’in fethettiği müjdeli şehirde ilimle hemhâl olduktan sonra serhat şehri Edirne’de, hem de İslâm'ın sönmeyen meşalesi Selimiye Camii’nde imam hatiplik yapan bir hâfızla hasbihâl edilirse ruhların şenlenmemesi, müstefid olunmaması mümkün mü?.. Elbette ki değil.

Bu eseri eşsiz kılan mimarî, estetik güzellikleri kadar, Allah ve Peygamber sevdalılarının tekbîrleri, tehlîlleri, salât û selâmları ve dahi aşkı sinesinde ahenkle harlayan hûhûlarıdır... Beş vakit coşaradım bu mâbede koşup hamd ve şükürlerini Rablerine kıyamlarıyla, kıraatleriyle, sücûdlarıyla, secdeleriyle ifâ edenlerin simâlarından nûr damlar.

Selimiye Camii Külliyesi içerisindeki Dar-ül Hadis Medresesi’nde yer alan Türk İslâm Eserleri Müzesi’nde sergilenen Sultan İkinci Selim tarafından Selimiye Camii kütüphanesine vakfedilen Kur’an-ı Kerim, Balkan Savaşı'nda 174. Alay’ca kullanılan ve üzerinde kan lekesi bulunan ve Edirne’nin kurtuluşunu simgeleyen Kanlı Sancak gibi birbirinden kıymetli nâdide eserler sergileniyor. Müzeden çıkılıp sol taraftaki basamaklardan inildiğinde ise Selimiye Arasta Çarşısı bütün ihtişamıyla yolunu düşürenleri cezbediyor.

Sultan Üçüncü Murad tarafından Selimiye Camii’ne gelir sağlamak amacıyla Mimar Sinan’ın kalfası Davut Ağa’ya yaptırılan 225 metre uzunluğunda, 73 kemerli, 4 kapılı çarşı, yerli ve yabancı ziyaretçiler tarafından yoğun ilgi görüyor.

SAKIN BUNLARI GÖRMEDEN DÖNMEYİN!..

Edirne’de “Altın Üçgen” olarak adlandırılan bölgede üç caminin minarelerinin gölgesi âdeta birbiriyle kucaklaşıyor. Bu camilerin ilki Eski Camii, ikincisi Üç Şerefeli Camii, üçüncüsü ise Selimiye’dir. Dememiz o ki, “Selimiye'nin yapısı, Eski Camii’nin yazısı, Üç Şerefeli’nin kapısı” görenleri kendine meftun ediyor. Edirne’ye yolunu düşürmek isteyenlere mihmandarlık etmenin özlüce kelâm-ı kibâr ifadesi şu olsa gerek: “Selimiye’nin yapısını, Eski Camii’nin yazısını, Muradiye’nin çinisini, Beyazid’in külliyesini görmeden dönmeyin.”

Fakat Edirne bu 5 güzellikten ibaret değil tabi ki; Türk İslâm Müzesi, Selimiye Hâziresi, Selimiye Arastası, Bedesten Çarşısı, Defterdar Camii, Saraçhane Külliyesi, Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Edirne Sarayı [Bursa’da başlayan padişahların sarayda yaşama geleneği Edirne’de sürdürülmüştür. Osmanlı sarayları; Edirne’de nehirlerle, Topkapı Sarayı’nda surlarla, Yıldız ve Dolmabahçe Sarayları’nda bahçeler, bahçe duvarları, kışlalar, cirit meydanları, bostanlar, spor sahaları ve deniz, sarayı dış dünyadan ayıran ve yine onu dış dünyaya bağlayan çevre unsurlarıyla dikkat çekmektedir. Topkapı Sarayı’ndan önce inşa edilmiş olan Bursa, Manisa ve Edirne’deki (Edirne Sarayı’nda restosaryon çalışmaları sürüyor) padişah sarayları hiçbir mimarî iz bırakmadan kaybolurken, Topkapı dünyanın en önemli sarayları arasındaki yerini korumaktadır. Diğer ilginç bir bilgi ise Edirne’de hiçbir padişahın medfun bulunmamasıdır], Ekmekçizâde Ahmed Paşa Kervansarayı, Karaağaç Tren Garı, Üç Şehitler Anıtı, Lozan Anıtı ve Meydanı, Tarihî Demirtaş, Araviz, Karagöz, Başhöyük Tabyaları, Pazarkulu, Kapıkule Sınır Kapıları, Tunca ve Meriç Nehirleri’nin üzerine gelinlik kızın gerdanlığı gibi dizilen köprüler, musluklarından âb-ı hayat damlayan şadırvanları, kuşlara yuva insanlara serinlik veren ulu çınarları, mazîden atîye ulaklık yapan bütün ecdat yadigârları serhat şehrinin simgeleri arasında yer alıyor.

Arda, Tunca ve Meriç Nehirleri’nin buluştuğu şehir, camileriyle, çarşılarıyla, köprüleriyle, tarihî evleriyle, köşkleriyle, coğrafi işaretli Edirne Beyaz Peyniri ve Edirne Tava Yaprak Ciğeri’nin başı çektiği gastronomisiyle, mis sabunuyla, aynalı süpürgesiyle, Edirnekârîsiyle çok değerli kültürel ve yöresel zenginlikleri içinde barındırıyor. Türkiye’nin en büyük kara ve demiryolu sınır kapısı olan Kapıkule de Edirne’de bulunuyor.

“CİĞER SEVDALILARI”NIN AKIN ETTİĞİ MEKAN...

Selimiye’den aşağı Kıyık Caddesi'nden yürürken Osmanlı Medeniyeti’nin izleri daha da fazlalaşıyor. Biraz önce bahsettiğimiz tipik taşra beldesi yavaş yavaş ihtişamlı yüzünü gösteriyor.

Ruhları doyuran ulu mâbedin aşağısındaki Yediyolağzı Sokak’ta bulunan, tarihî Havlucular Hanı’nda faaliyet gösteren ve Edirne’nin simge mekanlarından olan Tarihi Ciğerci Bahri Bey’de midemizi şenlendirmeye karar kılıyoruz. Mekan sadece Edirnelilerin değil, şöhretini duyan “Ciğer Sevdalıları”nın da akınına uğruyor.

Gözler Bahri Bey’i (Dinar) arıyor... Ziyaretçiler, Bahri Bey'in kendine has kültür elçiliğiyle Edirne’yi anlatışına bir kez daha tanıklık etmek istiyor. Siparişlerin arasına “Bahri Bey nerelerde?..” sorusu sıkıştırılınca, “Sizlere ömür, Bahri Bey 19 Nisan’da vefat etti” cevabıyla sanki uzun yıllar tanıdığımız birini kaybetmenin hüznüyle ciğerimiz yanıyor. Bu güzel insan, iki ay içerisinde iki ağabeyini arka arkaya kaybetmenin acısına dayanamayarak kalp krizi geçirip 63’ünde vefat etmiş. Allah rahmet eylesin.

Edirne’ye gidip 5 mekanı görmeden dönmek nasıl eksiklik olursa; Edirne Yaprak Tava Ciğeri, Bademli Kavala Kurabiyesi, Peynir Helvası, Ceviz Tatlısı, Acıbadem Kurabiyesi, Devâ-i Misk Helvası ve dillere destan Edirne Badem Ezmesi için de aynı şeyi söylemek mümkün. Her ne kadar fiyatlar el yaksa da.

ESKİ CAMİİ YAZILARIYLA CEZBEDİYOR...

Atatürk Bulvarı’ndan 35 derecelik sıcaklıkta yürüyerek Eski Camii’ye ulaşıyoruz. Caminin önü turist kafileleriyle dolu.

Kapının sağında yazan “Yâ Deyyân” (Allah’ın en güzel isimlerinden olan “Yâ Deyyân”, kulun fiiline göre hak ettiği ceza veya mükâfâtı hakkıyla veren anlamına gelir) Esma’ül Hüsna’sını okuyarak Edirne Ulu Camii’nin (Eski Camii) devasa kapısından içeriye giriyoruz. Kendimizi içeriye attığımızda bizi daha önce gördüklerimizden farklı bir mimarî, farklı bir hava karşılıyor. Osmanlı dönemine ait bir camide, ilk defa içerisi yeterince aydınlık olmayan bir mimariyle karşılaşıyoruz. Selimiye’den daha büyük olan bu yapının sütunları o kadar kalın ve üzerindeki yazılar o kadar muhteşem ki hayran kalmamak mümkün değil. Bunların yanında dışarıda hissettiğimiz 35 derecelik sıcaklık, içeride neredeyse 15’lere düşüyor. Cami o kadar serin ki insanın buradan çıkası gelmiyor.

Karasal iklim hüküm sürdüğü bölgede kışların çok sert soğuk, yazların çok sert sıcak geçmesinden dolayı, 2 metreye yakın duvarlar ve küçük pencerelerle klima ortamını sağlanarak; yazın serin, kışın sıcak ortam sağlanmış.

9 kubbeli, iki minareli, 2 bin 116 metrekare iç mekâna sahip Eski Camii’nin yapımına Yıldırım Bayezid Han oğlu Emir Süleyman tarafından 1403 senesinde başlanmış, fakat vefatı üzerine inşası ancak 1414 yılında Çelebi Mehmed zamanında tamamlanabilmiş. Caminin yan kapısı üzerinde yer alan kitâbeye göre Mimarı Konyalı Hacı Alaaddin’miş.

Edirne’nin sadece Selimiye’den ibaret olmadığını, Selimiye’nin gölgesinde kaybolmayacak onlarca büyük eserden birisinin de Eski Camii olduğuna tanıklık ediyoruz. Selimiye’den 161 yıl önce ibadete açılan cami, Üç Şerefeli Camii’nin yapılmasının ardından Eski Cami adını almış. Mermer minberin yan yüzleri rumî ve geometrik desenlerle süslenmiş olup, ayrıca bir tarafında âyet yazı kuşağı bulunuyor. Şehrin ilk ulu camisi olması bakımından minberinde hep fethin sembolü olarak sancak asılıp, protokol törenleri burada yapılmış. Osmanlı padişahlarından Üçüncü Mustafa ve İkinci Ahmed bu camide kılıç kuşanmış.

Caminin hemen yanındaki Bedesten Çarşısı, Eski Cami'ye gelir temin etmek için Çelebi Sultan Mehmed zamanında 1417-1418 tarihleri arasında caminin mimarı Konyalı Hacı Alaaddin’e yaptırılmış. Ayakta kalarak günümüze kadar ulaşan nâdide bedestende hediyelik eşya satılıyor.

ÖZ YURDUMUZDA GARİBİZ!..

Eski Camii’nin alt tarafında bulunan Tahmis Çarşı Sokak’taki “Süpürgeci Adam” heykelinin etrafı arı kovanı gibi... Lokantalar, cafeler, tatlıcılar ve kuyruğun fasıla vermediği Aydın Tava Ciğer Restoranı dolup dolup boşalıyor...

Daracık caddeler, trafik ve araç park problemi şehrin en büyük problemi... Yokuş aşağı bisikletini pedallayıp, “Çekilin yoldan çarpmayayım be ya...” diye bağıra bağıra üzerimize gelen kızan da cabası... Problemler Edirne’nin ilk kadın Belediye Başkanı Av. Filiz Gencan Akın’ndan çözüm bekliyor...

Türkiye’de ağır bir şekilde yaşanan ekonomik krizle birlikte Yunan ve Bulgarların uğrak yeri olan Edirne’de fiyatlar uçuşa geçmiş. Yani “öz yurdumuzda garibiz!..” desek yeridir... Bunu Arslanzade gibi markalaşmış kurumlara uğradığımızda daha iyi anladık...

ÜÇ ŞEREFELİ CAMİİ’NİN KAPISINDAYIZ...

35 derecelik sıcağa aldırış etmeden Atatürk Bulvarı’ndan devam ederek, Edirne’nin güzelliklerini hayran hayran seyrederek, Hükümet Caddesi üzerinde bulunan Mimar Sinan’a ilham veren Üç Şerefeli Camii’ye ulaşıyoruz...

Bir tarafta otele dönüştürülen tarihî Taşhan, diğer tarafta “bir eser bu kadar mı güzel olur” dedirten Üç Şerefeli Camii. Gözler neresine değse, mest oluyor...

Üç Şerefeli Camii’nin yapımına 1437 yılında başlanmış, 1447’de tamamlanmış. Camiyi yaptıran Sultan İkinci Murad, mimarı ise o dönemin meşhurlarından “Felçli Mimar” olarak bilinen Mimar Muslihiddin’miş.

Üç Şerefeli Camii, döneminin en önemli yapısı olmakla birlikte geçmişin ve geleceğin düğüm noktasıymış. Osmanlı cami mimarisinin normal gelişme imkânlarını aşıp, şaşırtıcı bir sanat eseri olarak karşımıza çıkan bu yapı, 100 yıl sonra Mimar Sinan tarafından yapılan camilerin ana fikrini oluşturan bir öneme sahipmiş. Yapı, Selçuklu mimarisinden Osmanlı mimarisine geçişin ilk örneklerindenmiş.

Şadırvan avlusunun dört bir yanına yerleştirilmiş, her biri farklı boyut, genişlik, farklı geçiş unsurlarına sahip dört minare tarzı ilk defa burada uygulanmış. Bunlardan birincisi camiye adını veren üç şerefeli olanıymış.

Bu minareye üç ayrı yoldan çıkılmaktaymış. Birinci yolla bir ve üçüncü şerefeye, ikinci yolla iki ve üçüncü şerefeye, üçüncü yolla ise sadece üçüncü şerefeye ulaşılmaktaymış. 81 metre yükseklikte olan minarenin o dönemde bir emsali daha yokmuş.

İki şerefeli plan ikinci minare baklava motifli ve iki yollu olup, avlunun arka kısmında sağda bulunan minare tek şerefeli ve yivlidir. Bu minareden dolayı camiye Burmalı Camii de deniliyormuş.

Osmanlı’da, bu camiyle birlikte çok kubbeli yapıdan tek ve merkezi kubbeli yapı tarzına geçilmiş. Kubbe o tarihe kadar yapılmış en büyük çaptaki kubbe olmakla birlikte, caminin toplam 9 adet kubbesi bulunuyor. Bu türde kubbe ve revaklı harem avlusu ilk defa Üç Şerefeli Camii’de uygulanmış, daha sonraki camilere örnek olmuş.

Üç Şerefeli Camii hep cümle kapısı ile anılagelmiş bir mâbedmiş. Cümle kapısı; şadırvan bahçesinden camiye girişteki orta kapıdır.

Üç Şerefeli Camii, Edirne’de meydana gelen büyük depremde hasar görmüş, Sultan Üçüncü Mustafa tarafından 1764 yılında o dönemin hassa baş mimarı Hacı Ahmet Ağa’ya yaptırılmış. Caminin kıble yönündeki hazirede o dönemin (1666-1875) ileri gelenlerinden 195 kişi medfunmuş.

Tabi bu kadar güzel eser olur da buraya seyyahların pîri Evliya Çelebi uğramaz olur mu... Çelebi, Seyahatnâme’sinde Üç Şerefeli Camii’den bahsederken, caminin bir çiçek bahçesi içinde olduğunu, bu çiçeklerden toplanan demetlerin saflar arasına konulduğu notunu düşmüş. Ayrıca kış aylarında caminin şadırvanından sıcak su aktığından da bahsetmiş.

Hulâsa-i kelâm; Osmanlı’da ilk 3 yollu minare, Üç Şerefeli Camii ile başlayıp, 100 yıl aradan sonra Mimar Sinan'a ilham vererek Selimiye’nin minaresinde de aynı sistemi uygulamasına vesile olmuş.

MURADİYE CAMİİ’NİN ÇİNİLERİ BÜYÜLÜYOR....

Gelelim Edirne'nin Menzilahir Mahallesi’nde Sarayiçi’ne hakim bir tepeye 1426'da Sultan İkinci Murad tarafından yaptırılan Muradiye Camii’ne... Mimar Sinan Caddesi’nden Muradiye Bayırı Sokağı’ndan ilerlendiğinde bir şaheser daha ziyaretçilerini buyur ediyor.

Ana mekan, arka iki kubbeli mekan ve son cemaat yeri, avlusunda da şadırvan bulunan cami, dış görünüşünün yalınlığına karşın iç süslemesi yönünden 15. yüzyıl Osmanlı Sanatı'nın en önemli yapıtlarındanmış.

Mihrap ve duvarları kaplayan çiniler, Türk çini sanatının en güzel örneklerinden olup, mihrab önü kubbeli mekanın duvarları doğal çiçek motifleri ile işlenmiş altıgen mavi, ak çini levhalarla, bunların arası da firuze renkli düz üçgen levhalarla kaplanmış. Çini mihrapta renkli sır ve sıratlı tekniği başarılı bir biçimde kullanılmış.

SULTAN İKİNCİ BEYAZİD’İN KÜLLİYESİ ZİYARETÇİ AKININA UĞRUYOR

Sultan İkinci Bayezid’in 1484-1488 yılları arasında Mimar Hayreddin’e yaptırdığı küçüklü büyüklü yüze yakın kubbeyle örtülü külliye; cami, tıp medresesi, imaret, darüşşifa (hastane), tabhane (misafirhane), hamam, mutfak, erzak depoları ve diğer bölümleriyle Tunca Nehri’nin karşı kıyısında hâlâ ihtişamıyla göz kamaştırıyor.

Sultan İkinci Bayezid Külliyesi; döneminin en önemli sağlık, sosyal, eğitim ve dinî kurumlarından biri olmakla beraber; hastane, tıp medresesi, cami, misafirhane, imaret, hamam ve köprü gibi birimleriyle çok amaçlı kompleks özelliğini taşıyor. Bunlarla birlikte Osmanlı’nın sosyal devlet anlayışını yansıtıyor.

Trakya Üniversitesi tarafından Sultan İkinci Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi’ne dönüştürülen ve son yıllarda medyada sıkça yer alan “Şifahane ve Tıp Medresesi” ise ziyaretçi akınına uğruyor.

Müzenin gül kokulu bahçesinden ilerlerken bizi sanki Divriği Ulu Camii ve Darüşşifa’nın ortasından yükselen tılsımlı su sesiyle birlikte, sahnenin arkasındaki uhrevî ritimlerle ruhumuza dokunan tınıların huzur veren ahengi karşılıyor.

Burada sahne alan sazende topluluğu, haftanın üç günü havale ve felç rahatsızlıkları olanlara Rast, sinirli kişilere Irak, baş ağrısı çekenlere Rehavi, kalp hastalıklarından muzdarib olanlara Zengule, zihni açıp zekâyı arttırmak için ise İsfahan mâkâmında mûsiki icra edermiş. Ayrıca hekimlik bilgilerinin yanında su sesi ve güzel kokularla dertlere şifa dağıtılmış.

Döneminin en önemli tıp okullarından Tıp Medresesi’nde ayrıca değerli müderrisler hastaneye hekim yetiştirirmiş. Evliya Çelebi bu medrese için, “Külliyenin içinde Medresetü’l Etıbba ve odalarında talebeler vardır ki, her biri daima Eflatun, Sokrat, Filbos, Aristotales, Galen, Pisagor gibi âlimlerden söz eden olgun tabiplerdir, her biri bir fenne yönelip, hekimlik ilminde kıymetli kitaplara değer vererek, âdemoğullarının derdine deva bulmaya çalışırlar” ifadelerini kullanmış.

Bunlara ilave olarak kadrosunda bulundurduğu hekimlerle, cerrahlarla, göz hekimlerle ve eczacılarla uzun yıllar dertlilere deva olmuş.

Su ve mûsiki ve kokuların yanında cerrahî olarak da şifâ dağıtan merkezin; estetik, göğüs, fıtık, beyin, diş, doğum gibi birçok ameliyatın yapıldığını anlatan bölümlerinde balmumu heykelleri ve hikâyeleri arasında gezdikçe, dönemin en önemli sağlık kompleksinde bulunduğumuz anlıyoruz. Beş asırlık tıp tarihini günışığına çıkaran ve çağdaş müzeciliğin örneklerinden olan “Sultan İkinci Beyazid Külliyesi ve Sağlık Müzesi”nin önemini daha iyi kavrıyoruz.

*

1957’de Dârülşifa’ya uğrayan Ahmet Kutsi Tecer “Ağaçla Sarmaşık” dizelerini kaleme alırken, Evliya Çelebi’nin “Orada öyle bir darüşşifa vardır ki; dil ile tarif edilmez, kalem ile yazılmaz” diyerek tanımlamış. Dile kolay bu hastane, 400 yıl boyunca aralıksız olarak hastalara şifa dağıtmış.

1653’te buraya uğrayan ve “Seyahatnâme”sine not düşen Evliya Çelebi’nin şu ifadeleri bile buraya dair çok şey anlatıyor: “Dârülşifa’nın odaları çeşitli hastalıklara tutulmuş zenginler, fakirler, yaşlılar ve gençlerle doludur. Bazı odalarda, delilik mevsimi olan ilkbaharda Edirne’nin aşk deryasına düşmüş sevdalı âşıklar çoğalır. Bunlar hekimin emriyle bu tımarhaneye getirilirler, aslan gibi kükreyerek yatarlar. Kimileri havuz ve şadırvanlara bakıp kalender hülyası sözler ederler. Bir kısmı da büyük kubbenin etrafında olan çiçek bahçelerindeki kuşları dinleyip, delilere mahsus ölçüsüz ve perdesiz yüksek seslerle feryad ederler. Özellikle bahar mevsiminde Edirne’nin dilberleri gelip divaneleri seyrederler. O dilberleri gören bu fakir Evliya’nın deli olası gelir. O derece güzel kızları vardır. Eski hekimlere göre, güzel yüz, güzel ses, saz sesi ve güzel söz insanın içini açıp gamını dağıtır.”

TUNCA PİS, MERİÇ TERMEMİZ!..

Kelâm-ı kibarın beşincisi olan Beyazid’in külliyesini de gördük. Hava sıcak, yanımızdan serin serin, kıvrım kıvrım Tunca Nehri akıyor. Biz de ona eşlik ederek geçmişten geleceğe ulaklık eden mekanların arasından tarihî köprülere doğru yol alıyoruz. Her ne kadar Edirne’nin dışı gibi gözükse de Tunca’nın kenarları tarihî kalıntılarla dolu. Kimisi su taşkınları sebebiyle, kimisi de Bulgarların baraj kapaklarını açmalarından mütevellit sular altında kalmış.

Yalnızgöz, İkinci Beyazid ve Taşköprü Köprüleri’nden geçerek açık hava müzesini andıran sokakların arasından nihayet 1608-1615 yılları arasında Ekmekçizâde Ahmet Paşa tarafından Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırılan 11 ayak üzerine 10 kemerli, 136.30 metre uzunluğunda, 6.90 metre genişliğinde ve ortasında Kitâbe Köşkü (bazı kaynaklarda kıbleye bakması dolayısıyla namazgâh olduğu ifade ediliyor) bulunan Tunca Köprüsü’ne ulaşıyoruz. Her ne kadar su akışının yavaşlamasıyla nehrin bazı bölümleri yosunla ve çöp yığınlarıyla kaplansa da; köprü tek kelimeyle muhteşem. Yanındaki tarihî köprünün güzelliğine rağmen nâhoş manzaralı kafe ve restoranlar ise sinek avlıyor.

Biraz ilerde ise “Sular Kenti” Edirne’nin Meriç’i var. Edirne’nin kalbinden geçen Meriç Nehri, sadece bir su akıntısından çok daha fazlasını ifade ediyor. Tarih boyunca medeniyetlere beşiklik yapmış, ticaret yollarını beslemiş ve eşsiz doğal güzelliklere sahip Meriç, Bulgaristan’ın Rila Dağları’ndan doğup, 480 kilometrelik yol kat ederek Edirne’nin Karağaç Mahallesi’nde Tunca ile birleşerek Ege Denizi’ne dökülüyor. Şehrin kuruluşunda ve gelişmesinde önemli rol oynayan nehir, balıkçılık ve tarım faaliyetleri ile aynı zamanda ticaret ve ulaşım için de kritik bir öneme sahiplik yapıyor.

Sultan Abdülmecid tarafından 1842-1847 tarihleri arasında Edirne-Karağaç yolunda üzerinde yaptırılan Meriç(Mecidiye) Köprüsü, 263 metre uzunluğuyla, 7 metre genişliğiyle 13 ayak üzerindeki 12 sivri kemeri ve ortasındaki mermer yazıt köşküyle Edirne’nin sembolleri arasında yer alıyor. Tarihî Meriç Köprüsü ve Mustafa Paşa Köprüsü gibi köprüler, nehrin iki yakasını birbirine bağlayarak şehrin kalkınmasına katkıda bulunuyor.

Nehrin kıyılarında uzanan yemyeşil parklar, piknik alanları ve mesire yerleri, şehrin sakinlerine dinlenme ve huzur bulma imkânı sunuyor. Nehrin kenarında yürüyüş yapanlar, faytona binenler, bisiklet sürenler, teknelerle “gün batımı” turu yapanların yanında, Meriç Millî Parkı doğal güzellikleriyle ziyaretçileri büyülüyor.

Tunca kirli mi kirli, Meriç berrak mı berrak.

***

Edirne serhat şehri Edirne’yi, Osmanlı medeniyet çınarının serpildiği mekânları anlatmak her kişinin değil, er kişinin kârı... Bağışla ey mâbedlerin aşk ile inşa ve ihya edildiği belde; seni anlatmaya dilim lâl, aciz kalır kalemim...

İstanbul medeniyetlerin atardamarı; tarihî yarımada ise Dersaadet’in kalbidir. Kalp durursa, hayat biter. Osmanlı’nın başkenti Edirne’yi gezmek için 2 gün, Bursa’yı gezmek için 1 hafta yeterken, İstanbul’u gezip tanımak için bir ömür yetmez. Nasıl bir hazinenin üzerinde oturduğumuzu tasavvur etmek için bu ifade yeter.

Oşca kalın beya!..

******************

SELİMİYE’NİN YERİNİ HZ. PEYGAMBER GÖSTERDİ

Sultan İkinci Selim, Ayasofya Cami’ne ilâveler sürerken, diğer taraftan Mimar Sinan’a kendisine Ayasofya Cami’nin önünde bir türbe (1573-74), diğer taraftan ise Edirne Selimiye Cami’nin (1568-1575) yapılmasını emretti.

Rivayet odur ki, Sultan 2. Selim Kıbrıs’ı fetih etmekte zorlanır. Bunun üzerine, “Rabbim, Kıbrıs’ı fetih edersem, yemin olsun ki, bu fethin nişânesi olarak büyük bir cami yaptıracağım” diye dua eder ve Kıbrıs’ın fethine muvaffak olur. Yaptıracağı cami için İstanbul’da yer arar, bulamaz. Bunun üzerine rüyâsında gördüğü Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Selim, hani Kıbrıs’ı fethettikten sonra cami yaptıracaktın, neden yaptırmadın?..” Bunun üzerine Peygamber Efendimize, “Yerini bulamadım” deyince, Peygamber Efendimiz bu rüyâ âleminde Selim’in elinden tutup, “Gel sana caminin yerini göstereyim” diyerek birlikte Edirne’ye gelip şimdiki Selimiye Cami’nin bulunduğu yeri gösterir. Mimar Sinan’ın riyasetinde, 14 binden fazla kişiyle Selimiye Cami’nin yapımına başlanır.

Mimar Sinan; cami mimarlığına ilk olarak Hürrem Sultan adına yaptırılan Haseki Hürrem Sultan Cami ile başlayıp, ardından Şehzade Mehmed Cami ile çıraklık eserini vücuda getirip, kalfalık eseriyle Süleymaniye Cami ile devam edip, şaheser niteliğindeki Selimiye Cami’nde ustalığını dünya mimarlık tarihine altın harflerle yazdırdı.

Fakat ne hazindir ki Sultan 2. Selim, ne Selimiye Cami’nin ne de türbenin inşaatının bitirilmesini göremeden15 Aralık 1574’te 50 yaşında vefat etti. Sultanın cenazesi aynı alanda kurulan otağ içine gömüldü ve yapı 1577’de bitirilince türbesine nakledildi.