Edep Yâ Hû!
Malum berbat hadiseden ve failinden bahsedecek değilim. Zira mevzu gündemin merkezinde ve herkesin dilindedir. Zehirli dil kullanan bazı kişi ve kurumların konuşma adabından, kimi politikacıların seviyesizliğinden ve terbiye noksanlığından da bahsedecek değilim. Ben biraz daha genel bakmak istiyorum.
“Küfür”
rezaletinin 85 milyon insanımız
tarafından eleştirilmesi, şiddetle kınanması, ayıplanması çok güzel. Demek ki
bu konuda Türkiye genelinde bir anlayış birliği var. Tek ses, tek yürek olduk. Peki
hâlâ kem küm eden yok mu? Var ama şükür ki, bu utanmazlar birkaç kişiden
ibaret. Şairin “bir utanmaz yüz bütün sermayesi” dediği bozuk tipten birkaç nadan
ve asla bahse değmezler.
Gelelim
meselenin özüne. Ahlakın temeli malum: “Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sen
de başkasına yapma!” Yani sana hakaret edilmesini istemiyorsan sen de etme!
Sana küfredilmesini hazmedemiyorsan sen dahi etme! Büyüklerimiz ne güzel
söylemiş: “İlim meclisine girdim, eyledim ilmi talep / İlim geride kaldı, illâ
edep illâ edep!”
Rahmetli
muharrire Münevver Ayaşlı’nın Edep Yâ
Hû isimli eserini yıllar önce okumuş ve çok istifade etmiştim. Ardından merhum fıkra
muharriri A. Ragıp Akyavaş’ın aynı ismi taşıyan eserini okudum. O da
muhteşemdi. Demek ki büyüklerimiz, o vakitlerden beri toplumda edebe büyük
ihtiyaç duyulacağını hissetmiş ki bu yolda eserler kaleme almış ve herkesin
istifadesine sunmuşlar.
Edep
herkese lâzım. Bu erdem hâli, her insana gerekli. Bundan 41 sene önce
İstanbul’a gelip de Edebiyat Fakültesi’nde tahsile başlarken edep derslerinden
birini merhum hocamız Mehmed Çavuşoğlu vermişti. Hoca, büyük bir sınıfta Divan edebiyatımızı
anlatırken bir arkadaşımız sözünü keserek konuşmaya başladı. Hoca zarif adamdı.
Talebesini kırmak istemedi. Ona yönelerek Muallim Naci’nin şu beytini okudu: “Atılma
dur sûhan-i ehl-i hâli anlamadan / Cevaba etme tasaddi suali anlamadan”
Arkadaşımız patavatsızlığını anlamış, mahcup olmuş, oturup Hocanın sözünü
tamamlamasını beklemişti.
Edep
öğrenciye de lazım öğretmene de… Mühendis de, asker de, sivil de, gazeteci de,
hekim de, hâkim de bu fazilet ile ahlaklanmalıdır. Keşke birileri çıksa da edep
hakkında söylenmiş atasözlerimizi ve deyimlerimizi toplasa. Bir başkası,
tarihimizdeki edep hikâyelerini bir araya getirse. Beriki bir güldestede,
ninnilerimizdeki, türkülerimizdeki şarkılarımızdaki, mânilerimizdeki,
ağıtlarımızdaki edep sözlerini cem etse de ihtiyacı olanlara takdim etse.
Sosyal
medya, ahlakımızı bozdu. Hep kendi fotoğraflarını paylaşarak tatmin olanlar.
Görmek değil görünmek hevesine kapılanlar. Bu konuyu anlatırken zihnime üşüşen
ve içimi acıtan bazı nahoş hatıralar da yok değil. Zeytinburnu’nda bir
toplantıdayız. Kürsüde Bediüzzaman Hazretleri’nin talebesi Mehmed Fırıncı
ağabey var. Bize Âkif’in yakın dostu, ilk İslami mecmua Sebilürreşad’ı çıkaran Eşref Edib’i anlatıyor. Bu kahramanları
tanımayan cahil, ham bir genç, kalkıp şunu sordu: “Eşref Edib beş vakit namaz
kılar mıydı?”
Bir
başka zaman, dostlarla ESKADER’de toplanmış sohbet ediyoruz. Merhum şair Olcay
Yazıcı da aramızdaydı. İçeriye küstah birisi girdi ve vücutça ufak tefek olan Olcay
Beyi yerinden kaldırtarak iskemlesine oturdu, sonra da kendi işinin reklâmını
yapmaya başladı. Salon buz kesmişti. Bir başkası, merhum Osman Akkuşak’a
Kızlarağası Medresesi’nde herkesin ortasında “Namaz kılıyor musun?” sorusunu yöneltme
cüretini göstermişti. Sürekli kendi kötü şiirlerinden bahsedilmesini isteyen
müteşairler var. Yahya Kemal, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Bekir Sıtkı Erdoğan gibi
üstat şairlere bile tahammül edemeyen kibir heykelcikleri mevcut! Bir radyoya
davet edilmiştim. Sunucunun ağzı durmuyor, habire lakırdı edip şiirlerini
okuyor. Sabırla bekledim. O arada bir dinleyici, stüdyoya bağlandı ve edepsize
haddini şöyle bildirdi: “Programa konuk almışsın ama hep sen konuşuyorsun.
Bırak da yazarımızı dinleyelim!” Sonradan görme kişi, utandı mı dersiniz? Ne gezer!
Gevrek gevrek güldü, sonra pişkince mikrofonu bana uzattı. Başka misaller de
var ama canınızı sıkmayayım.
Hadi
şimdi de biraz tebessüm edelim. Kısmetse yakında 9. baskısı yapılacak olan Edebiyatımızın Güleryüzü kitabımızda
geçiyor: Vehbi Vakkasoğlu, Münevver Ayaşlı’yı yalıda ziyaret eder. İçeri
alınırken bakar ki, muhteşem salonda neredeyse her köşeye ‘Edep Yâ Hû’
levhaları asılmış. Sorar: “Efendim, niçin bu kadar çok ‘Edep Yâ Hu!’ levhası
var?” Ayaşlı’nın cevabı, yaşadığı son devre bir serzeniş ve sitemdir âdeta: “Edebin
yokluğundan.” Benim de Beylerbeyi’ndeki yalısında ziyaret ettiğim mübarek “Hacıanne”miz
hayatta olsaydı, Vakkasoğlu’ndan şöyle bir istirhamda bulunabilirdi: “Vehbi
Beyciğim, reca etsem de şu levhaları siyasi partilerin genel merkezlerine
astırıverseniz! Galiba siyasetle uğraşanların, bu hikmetli söze daha çok ihtiyacı
var.”