Duyarlı dokunuşlar
Tüm duygu, düşünce ve davranışlarımızın davet merkezli olduğu 80’li yıllarımızı anlatan bir kadim dostum; o günlerle ilgili bir anısını paylaşmıştı:
“Şehirlerarası seyahatlerimiz
genellikle otobüste olurdu. Bir defasında iki arkadaş birlikte yolculuğa
çıktık. Bilet alırken yan yana oturmayı tercih etmezdik çünkü farklı
koltuklarda oturup yanımızdaki yolcuya davamızı anlatıp tebliğde bulunurduk.
Anlatacak ne de çok sözlerimiz vardı… Adeta dava delisi, davet hastası bir
halimiz vardı… Otobüs hareket etti. Yanımdaki yolcu ile kısa bir tanışma
faslından sonra, hemen tebliğe başladım. Bildiğim doğruları döktürüyorum…
Kendimi öylesine kaptırmışım ki, kesintisiz ha bire konuşuyorum… Sonradan fark
ettim ki, kendisine tebliğde bulunduğum yolcu uyuyakalmış ve ben hâlâ konuşmaya
devam etmekteyim…”
Nasıl
bir sevdaydı bizimkisi? Ne bitmez bir enerji, ne tükenmez bir heyecandı…
Evet,
böyle bir gelenekten geldik, böyle bir damarımız vardı…
Şimdilerde
“Hey gidi günler!” diyesim geliyor… Toplu taşıma araçlarına biner binmez uyku
bastırıyor… Yeni muhataplar bulmakta ve yeni cümleler kurmakta zorlanıyoruz…
Zor zamanlarda konuşan bizler,
kolay zamanlarda neden kayıplardayız?..
Üzerimizde bir donukluk, kalıcı,
yaygın ve salgın bir yorgunluk var, yeni yüreklere dokunamıyoruz…
Hayat
bir diğerinin hayatına dokunabilmek için bize yeni fırsatlar sunuyor… Dün
hayatlarımıza dokunanlar sayesinde bugün varız… Yarınlarda var olabilmek için
mutlaka yeni hayatlara dokunabilmeliyiz…
İnsanı
anlamak ve insana doğruları anlatmak için önce onun yalnız ve yaralı yüreğine
girmekle olur… Dokunmadığın yürek senin değildir… Yalnız yüreklerde yer
edinebilmek en yüce eylem değil midir? Dualarda yer alabilmek gerçek huzur bu
olsa gerek… İlla bir şeyler öğretmek için değil birlikte dertlenmek, sıcak
dostlukları çoğaltarak, sevgiyi damıtarak, damardan girerek insanı
dokuyabiliriz…
İşlerin en güzeli bir gönle
dokunmak olduğuna önce biz ikna olmalıyız… Ağlayanı güldürmek, düşeni
kaldırmak, darda kalanı ferahlatmak, yolunu şaşıranı doğruya yönlendirmek
yaratılış amacımız dâhilinde değil midir?
Işığımızla
karanlıkları zorlamak, ısımızla yalnız yürekleri ısıtmak zorundayız…
Toprağa
düşen tohum gibi yüreklere düşmeliyiz… Dokunmadığımız insanın bizi fark
etmesini bekleyemeyiz… Mesajımızdan haberdar olmasını isteyemeyiz…
İletişime
geçelim, temas halinde olalım, yürekten yüreğe bağ kuralım ki insanlar bize
bağrını açsın… Bazen bir selâm, bir tebessüm, bir bakış bile yeterlidir...
Unutmayalım
ki, duyarlılıkları olanlar dokunabilirler… Dertli olanlar ötekilerin derdi ile
dertlenirler…
Fıtratlara
dokunmak için kalbi ve hasbi olmalıyız…
Zaman
zaman düşünüyorum; neden bu kadar durgunuz? Modern zamanların bize biçtiği
sentetik uğraşlarla kimseye dokunacak durumda değiliz… Birbirlerine dokunma
mecalimiz ve moralimiz niçin yetersiz?
Belki
de, başka birilerinin bize dokunmasını bekler hale geldik…
Musibetler
ve zilletler bize dokunmadan önce mesaj ve misyonumuzla daha zengin dokunuşlara
yoğunlaşmalıyız…
“Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın” aymazlığına prim verecek değiliz…
O
halde, hiç kimseye doğrularımızla dokunmamak, kanımıza dokunmuyor mu?
Yakın
geçmişimiz bize gösterdi ki, “acaba”larla,
“ama”larla başlayan davet
çalışmalarımız bile içten dokunuşlarla bereketlendi… Erişilmez sanılan kalplere
girmek nasip oldu…
Evet,
kasılmadan, gerilmeden, gevşemeden ve gecikmeden nokta dokunuşlarımızla
hayatımıza anlam katabiliriz… Değerli kıldıklarımızla değer bulabiliriz…
Yeter
ki, insanlara yakın duralım, mesafe koymayalım, özelimize kapanıp kalmayalım…
Kolay
ulaşılır, kolay anlaşılır, kolay kaynaşılır olalım… İşte o zaman kazanan biz
oluruz… Bir kişiyi İslam’a kazandırmak, dünyalara bedel bir kazanımdı, değil
mi?
Bu işin
dokunmatik işi olmadığını da
unutmayalım…