Dut Ağacı
İster isen almağa
hikmet kitâbından sebak
Hâme-i kudret ne
yazmış safha-i eşcâra bak
(Hayâlî Bey)
1986
yılı idi. Ben henüz çocuk idim. Yaşadığım şehre yaklaşık 100 km uzaklıkta bir
ilçemiz ve bu ilçemize 5 km mesafede bir köyümüz var idi. Hiç unutmam ulaşım
vasıtalarının çok az olduğu o yıllarda köyümüz ve bağlı olduğumuz ilçe arasında
vasıta olarak daha ziyade at ve eşek kullanılırdı. Bir sabah bineğimizi aldık
ve babamla birlikte ilçeye doğru yola koyulduk. Bir mezarlığın önünden geçerken
babam bineği durdurdu ve hürmetle kabir ehline selam verip bir kabrin
yakınlarında durdu, derin bir huşu ile Fatiha okudu. Bir süre gözleri uzaklara
daldı. Sonra birden haydi evlat, vakit insanın en değerli malıdır; devam
edelim, dedi. Bineğe beni bindirmiş kendisi ise yürüyordu. İlçeye giden yol
ayrımına geldik. Karşıya geçtik ulu bir dut ağacının önünde durduk. Babam dut
ağacından birkaç dut aldı bana uzattı ve sonra kendisi yedi. Dut ağacının
gölgesinde biraz dinlendikten sonra ayağa kalktı ve dut ağacına dönerek
ellerini açtı bir Fatiha okudu ve içtenlikle ellerini yüzüne sürdü. Şaşırmış
idim. Ölenlerin ruhunun şad olması için okunan fatihanın bir dut ağacına karşı
okunmasına bir anlam verememiş lakin utancımdan babama bunun sebebini de
soramamış idim. İlçeye vardık, alışveriş yaptık ve köyümüze dönerken babamın
aynı ritüelleri tekrarladığını gördüm. Yol boyu babamın bu davranışının hikmetini
düşündüm. Eve vardığımızda biraz dinlendikten sonra babama mezarlıkta okuduğu
fatihanın aynısını bir dut ağacına selamsız okumasının sebebini sordum.
Gülümsedi. Otur da anlatayım dedi. “Kabristanda durdum ve orada yatan mevtalara
selam verdim. Sonra babamın kabrine yaklaştım ve fatiha okuyup dua ettim. Bu
inancımın bir gereğiydi. Sonra yol ayrımındaki dut ağacının gölgesinde
dinlendik ve duttan yedik. O dut ağacını rahmetli deden dikivermiş idi. Buradan
geçen yolcuların, kuşların, böceklerin dut ağacının gölgesinden ve meyvesinden
istifade etmesini arzulamış idi. Biz de istifade edenler arasında idik bu
sebeple ruhuna bir fatiha okudum” dedi.
Birkaç
yıl sonra evimizin önüne babam da bir dut ağacı dikti ve yıllar sonra köyümüzün
yaşlı kadınlarının o dut ağacının altında oturduklarını, gölgesinden ve
meyvesinden istifade ettiklerini gördüm. Kıymetli okur, dedem ben doğmadan önce
vefat etmişti. Daha sonra babam da vefat etti. Lakin hem dedemin diktiği dut
ağaçları, hem de babamın diktiği dut ağaçları duruyor. Hala gölgesinden ve
meyvesinden insanlar ve hayvanlar faydalanıyorlar.
Ormanlarımızın
cayır cayır yandığı bu yaz mevsiminde bir fidanı toprakla buluşturmanın nasıl
bir değer olduğunu daha iyi anlıyorum simdi. Gölgesi, meyvesi, yaprağı, kütüğü,
dalı, budağı, odunu hepsi CANLI varlıkların yararlandığı bir değer. Ağacın
duruşu bile sanat ve hikmetle doludur ki bu sebeple Hayâlî Bey ne hoş söylemiş:
İster isen almağa hikmet
kitâbından sebak
Hâme-i kudret ne yazmış safha-i
eşcâra bak
(Hikmet
kitabından ders almak istersen ağaçlar sayfasında‚ Kudret kaleminin ne
yazdığına bak.)
Sermayesi
olmayan millet, kıymeti bilinmeyen nimet, ağacı olmayan toprak zillette
mahkumdur. Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u fethettikten sonra şehrin her
tarafına ağaçlar diktirmiş, hatta kendisi de bizzat bu faaliyete katılmıştı.
Ağaca zarar verenleri şiddetle cezalandıran Fatih Sultan Mehmet, elbisesi ağaca
takılan kimsenin o ağacı kesmemesi ve elbise bedelinin ödenmesi için vakfiye
bile kurdurmuştu.
Okul, cami, çeşme yaptıracak maddi güce sahip olamayabiliriz ama Kainatın Efendisi’nin ifade buyurduğu üzere sadaka-i cariye olması hasebiyle bir ağaç dikebilir ve bizden sonraki nesillere hediye edebiliriz. Biz gittikten sonra şu fani dünyadan, diktiğimiz fidanın dallarına dualar takip bizlere hediye olarak gönderenler olacaktır elbet. Velev ki köyümüzün kuşları bile olsa.