Düşünceyi yutmak
İnsan, bünyesine ağır gelen kimi hadiseleri unutmakta daha az zorlanırmış. Reddedermiş acıyı hafıza, ömrünün tozlu raflarından bir an evvel çıkarabilmek için hızla gömermiş.
Belki de bu yüzden çoğunlukla güzel hatıralara ev sahipliği yapıyor lisanımız… Bir mahmur titreyiş, sızılı bir âh ile yerinde bırakamadıklarımız… “Neler yaşadık” desek bile burçları daima gül kokan, akşamları gelip yanı başımızda duran bir hasret bizim öykümüz. Coşkuyla vururken ayaklarını yere sancılansa da anlamlı kalmayı başarabilmiş şiirden ırmak. Bu çok şey aslında… Özleyebilmek, o özlem ile acı duyabilmek, geçmişi güzel yâd edebilmek ve nihayetinde hep hoşlukla anma bilincine sahip olabilmek… Bu güzellik yaşadığımız her şeyin güzel olduğu manasına gelmez şüphesiz fakat saflığına delalet eder.
Zihnimi sıklıkla meşgul ediyor şu sıra… Çocukluğu ve ilk gençlik dönemleri çağın tahammülsüzlüğüne sirayet eden evlatlarımız da aynı hasreti ağırlayabilecekler mi gönüllerinde? Onlar, insanların saatli birer bomba gibi dolandığı sokakları ve caddeleriyle şehirlerini, mazilerini, yaşanmışlıklarını ince bir vefa duygusu ile anlatabilecekler mi? Başlarını kaldırıp kilitlendikleri ekranlardan çıkarak, devasa olamasa da manalı anılar biriktirebilecekler mi ömür kumbaralarında? Anlatmayı, zamana sığdıramadığı anları olacak mı onların da? Etkileyebilecekler mi anlattıklarıyla muhataplarını? Hasreti tebessüme katık edebilecekler mi?
Tam da bu soruları kendimize sorarken korkmalı değil miyiz?
Ne kadar çok imkânımız varsa onların yarınlarına güzel dünler bırakacak, o kadar az irademiz kaldı çünkü… Aniden karşılaşıverdiğimiz ve yabancısı olduğumuz için normal bir kullanım tekniğine sahip olamadığımız sosyal medya, maskeler hediye etti hepimize. Gönüllerini, sızılarını, düşüncelerini, hülasa hayatlarını olduğu gibi göstermekten çekinen, kendi hakikatiyle barışamayan, paylaşmayı tam manasıyla bilemeyen, bilmediği için de iyi niyetli paylaşımlarda bile kusur arayan, elini attığı yerleri yeşertmeyi ve en yakınındakinin sorunlarına layıkıyla derman olmayı başaramadığı için derde derman kimselere kaş çatan, buğzeden, onlar için hüzün murat eden insanlar üretti sosyal medya kısa zamanda. Belki de ani olmadı bu dönüşüm, sinsi bir hastalık gibi nüfuz etti manevî yaşantımıza.
İnsanları küçük görerek onlarla alay etmeyi, küfrü ve hakareti “dava” ve “kavga” adı altında meşrulaştırıp sunmayı, sataşmayı, içimizdeki canavarı ortaya çıkarmayı meziyet bildik. Hemen orada duran kimi şahsiyet ve hayatların güzelliğinden bir numune devşirmek, gıpta etmek yerine “bizim olmayan” ları didikledik, üzerimize vazife olmayan işlere kalkıştık, isteyerek veya istemeden muhataplarımızın gönül âlemlerine ağır hasarlar verdik. Kendimizden ve kendi sorumluluğumuzdakilerden mesul olduğumuzu unutarak sınırlarımız dışındakilere musallat olmayı hüner addettik. Sakat bile olsa, doğruluğundan emin bir eda ile kendi fikirlerimizi başka zihinlere dikte etmeye çalıştık.
Bu ülkede bir insana meram anlatmak ve insanlarla lüzumlu bulduğumuz tedirginlikleri paylaşmak, taşlanmayı göze almak manasına geldi. Bu, savaşmak demekti, önyargı tuğlalarını yıkabilmek için büyük bir zaman ve efor harcamayı peşinen kabullenmek… Böylece kırıldık; edebe mugayir davranmaktan çekinmeyenler yüzünden, edebe mugayir davranmaktan korkan insanlar çekildi arenalardan. Meydanlar kahkahaların, basit ve ucube tümcelerin, küfrün ve cehaletin mekânları hâline geldi. Paylaşmak insana özgü bir duyguydu, güzel gelirdi ömre. Her fikir, başkasının alanını gasp etmediği müddetçe saygıyı hak ederdi. Oysa şimdi kendini bilen ve insanlarla çirkin söz ve diyaloglar içinde olmaktan imtina edenler için değil eyleme dönüşmek, dışarı bırakılmaktan bile korkulan durumlar hâlini aldı.
Zamanla paylaşmak istediğimiz fikirleri yutmaya alıştırıldık. Böyle böyle yalnızlaştık. Camdan kulelere hapsettik kendimizi… Yalnızlaştıkça yalnızlaştırdık…
Çağın dişlileri arasında yalnızlık mukadderse de, bu yalnızlık içerisinde bile kucaklayabileceğimiz, sıkı sıkı tutmanın sorumluluğunu duyabileceğimiz kimselerimiz olsun. Yaşasak da ölsek de yarınlara bırakabileceğimiz bir mazi mirasımız olduğunu unutmayalım.
Görmüş de uyarmış gibi bizi şair;
“Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!”
Selam ile
Nuray Alper