Düşünceyi metafiziğe kilitlemek
Denge insan hayatının sağlıklı bir şekilde sürekliliğinin idamesi için kendisini hissettiren bir kavramdır. Dünya tarihi dikkatle gözden geçirildiğinde, bir yandan denge durumlarının getirdiği “sükunet” ve “istikrar”; diğer yandan dengesizlik ve marjinalliklerin doğurduğu aşırılıklar hemen dikkat çekmektedir.
Yıllar önce okuduğum Muhammed Kutup’un “İnsan Psikoloji Üzerine Etütler” kitabından aklımda kalan kavram “çift kutupluluk” olmuştu. Yani insan ruh ve beden, madde ve mana gibi çift boyutlar arasında salınım göstermekteydi. Gerçi bu zaten Kur’an-ı Kerim’den çıkarsama yapılmış bir kavramsallaştırmadır. Netice insan da fücur ve takvaya aynı anda yönelimi olan bir varlıktır.
Modernliğin Batı’da sıkıntılı doğumu, metafiziğe garkolmuş bir hayatın içinden aklı yeniden ortaya çıkarmaya dayanmaktaydı. Elbette modernlik eleştirileri ve itirazlarında hareket noktası itibarıyla haklı bir çıkışı ifade etmekteydi. Atın dişlerinin sayısını dogmatik kaynaklardan öğrenmek yerine, atın dişlerini sayma yoluna gidilmişti. İlk başlarda metafizikten (Tanrı ve din olarak okuyabiliriz) bağlarını koparmayan bu tavır, sonra ondan tamamen bağımsızlaşmıştır. Dolayısıyla aşırılığa bir başka aşırılıkla cevap vererek bir dünya inşa etmiştir.
Bugün Müslüman toplumların en temel sorunu, özellikle modernite karşısında yenilmişliğin de etkisiyle ve hatta modern dünya ile başa çıkabilme noktasında başarısız olması dolayısıyla metafiziğe daha çok sarılıyor olmasıdır. Bu durum Müslüman toplumların inşa etmeye çalıştığı dünyayı gerçeklikten ciddi anlamda uzaklaştırmıştır ki, metafizik içine garkolma diyebileceğimiz nokta tam da burasıdır. Modern tavrın “din”e yönelik totaliter tavrının yansımaları elbette sorunludur; ancak buna verilecek cevap salt metafizik içinden verilemez.
Esasen İslam düşüncesi kanaatimizce İbn Haldun’dan itibaren tamamen bir durgunluk ve gerileme dönemine girmişti. O zamandan bugüne henüz bize açılım sağlayabilecek bir düşünsel akım oluşabilmiş değildir. Elbette geçen yüzyıldan bu yana İslam düşüncesi adına önemli bazı isimler gayret ve çaba göstermişlerdir. Bu düşünsel çabaların temel özelliğinin, dikkatli bakıldığında “İslam dünyasını metafizikten kurtarma” ve “kendi rasyonalitesini kurma” olduğunu gözlemlemek mümkündür. Henüz Müslüman toplumların kendi tarih ve sosyal teorilerini oluşturma noktasında zafiyetleri devam etmektedir.
İbn Haldun kanaatimizce kendi döneminde İslam dünyasının metafizikleştirme içinde kısır döngüye girdiğini görebilmiş bir şahsiyettir. O, hem kendi döneminin sosyal teorisini yazmaya çalışmış hem de insan toplumlarının işleyişinde tarihsel, toplumsal gerçekliklerin nasıl işlediğini göstermeye çalışmıştır. Nitekim İbn Haldun’un icadı olan “Umran” ilmi toplumsal işleyişe etki eden insani, sosyal, ekonomik, siyasal vb. etkileri bir bütün olarak ele alıp incelemektedir. Hatta bugünden yapılan kimi okumalarda İbn Haldun’u “seküler” bir düşünür olarak değerlendirenler de vardır. Fakat aslında İbn Haldun’un yapmaya çalıştığı şey; İslam dünyasını geçen yüzyıllarda içine düşmüş olduğu metafizikleştirme sorunundan kurtarmaya çalışmaktır.
Aslında Batı düşüncesi de modernliği bir noktadan sonra metafizikleştirmiştir. Belki onun geçen yüzyıldaki uygulamaları bunu rahatlıkla göstermektedir. Nitekim Thomas F. Odea analizinde 19. Yüzyıl pozitivizminin tabiatı metafiziksel olmayan bir metafiziğe çevirdiğini belirtmektedir. Dolayısıyla metafizikleştirme en seküler düşüncelerde de gerçekleşmesi açısından bir tavrı göstermektedir.
Bugün Müslüman toplumların güvenlik alan talepleri maalesef metafizikleştirme ile bir konfora doğru dönüşmüştür. Buradan tek çıkış yolu İslam düşüncesinin bu konforunu dengeyi sağlamaya yönelik olarak değiştirme cesareti göstermesidir.