Düşüncede kestirme olmaz
Osmanlı’da
başlayan modernleşme tecrübemiz geriye bakıldığında birkaç yüzyıllık bir zaman
dilimini geride bıraktı. Modernleşmenin hızı, içeriği, formları süreç
içerisinde değişmiş olsa da, değişmeyen iki nokta hemen önümüzde
belirginleşmektedir. Bunlar; acil ihtiyaçların zorladığı anlıksal çözümler ile gelecek
projeksiyonlu sağlıklı bir düşüncenin inşasının gerçekleşememesi. İkincisi,
gelenekten iktibaslar ve kestirmeden düşünce üretimi ve sentezlemeler ile
yansımalarını bulmuştur.
Her
halükarda aceleciliğin, bir an önce medeniyet düzlemine yetişme isteğinin bir
sonucu olarak “kestirmeden gidiş” istekleri genel olarak tüm bunlara sinmiş
görünmektedir.Gerçekten modernleşme tarihimiz bugüne kadar “nefesi tutarak” bir
problemin üzerine uzun boyutlu odaklanmak şeklinde gerçekleşmemiştir. Sürekli
olarak anlık ihtiyaç ve gereklilikleri kısa süreli halletmek üzere pratikler
devreye girmektedir. Dikkatli olarak bu süreç incelendiğinde, aradan üç
yüzyıllık bir zaman dilimi geçmesine rağmen bir istisna olmamıştır.
Bu
süreç aynı zamanda “düşünce üretimi”nde de kestirmeden gitme durumunu önümüze
çıkarmaktadır. Dolayısıyla düşünmenin farklı maddi enstrümanlarını öne
çıkararak ve ardından hiçbir emek sarfetmeden üretilmeye çalışılan çıktılar,
toplumu uzun soluklu olarak götürememektedir. Düşüncenin tabiri caizse
olgunlaşma süreci vardır ki, bu sadece salt bir düşünce üretimi değil çevre ve
sosyal faktörlerle de ilintilidir.
Modernliğin
Batı’da ortaya çıkışı bu bağlamda okunabilir. Doğrusu müslüman toplumlarda
böyle bir okumanın da eksik olduğu gözlerden kaçmamaktadır. Batı’da modernliğin
ortaya çıkışı çok boyutlu gelişmelerin bir sonucudur. Bu bağlamda şehirlerin ve
ticaretin gelişimi, sermaye birikimi, coğrafi keşifler, Rönesans, Reform,
Aydınlanma vb. bu faktörlerden sadece birkaçıdır. Nihayetinde sermaye birikimi
de bir toplumda değişimleri zorlar.
Diğer
kültürlerle karşılaşma, ister istemez bir toplumun kendisi ve diğeriyle
arasında her bakımdan bir karşılaştırma yapması demektir. Bu karşılaştırma bir
yüzleşmeye gittiği oranda o toplum için geliştiricidir. Aslında gelişmeye
başlayan tüm toplumlar ya da medeniyet daireleri diğerlerine değerek
kendilerini inşa ederler.
Fakat
burada bir medeniyetin gelişmesinde asıl belirleyici öge, tüm sosyallik, ekonomi,
siyasallık ve gündelik hayatı inşa edecek olan düşüncedir. Ortaçağ’dan modern
zamanlara geçişte bir kırılmadan bahsediyorsak, bu kırılmayı sağlayan şey
paradigma veya bir başka deyişle düşünsel perspektiftir. Kilisenin tahakkümü
karşısında insanın kendisine güvenle ontolojik, epistemolojik değişimlerle bir
dünya kurma girişiminden bahsetmekteyiz. Nirengi noktası burası olan bu
değişimlerin sosyal, ekonomik, siyasal alanlarda yarattığı gelişme ve
farklılıklar bulunmaktadır. Özellikle teknolojik alandaki gelişmeler çok hızlı
bir şekilde gerçekleşmiştir. Fen bilimleri, tabiat bilimleri, sağlık, sosyal
bilimler ciddi gelişmeler kaydetmeye başlamıştır.
Modernliğin
kurumsallaşmasına kadar yüzyıllar geçmiş ve bu süreçte üniversiteler, bilimsel
araştırmalar desteklenmiştir. Doğrusu Batı’nın bugün hala bu konudaki
hakimiyetini devam ettirmesinin temel sebebi de düşünce ve bilimde
gerçekleştirilen sürekliliktir. Bu bağlamda üniversite entelektüalitelerin,
bilimsel tartışmaların yapıldığı mekanlar olarak gelişmesini sürdürmektedir.
Bugün
eğitim ve özellikle üniversite eğitimi konusunda bu bağlamda zafiyet noktaları
gözlemlenmektedir. Öncelikle hiçbir emek harcamadan, düşüncenin (tefekkürün)
uzun serüvenini gözardı ederek kestirmeden çıktılar elde edilmeye çalışılmaktadır.
Bu süreç böyle devam ettikçe, hiçbir mesafe alınamamaktadır. Halbuki
modernleşme sürecinin başlangıcından itibaren adım adım bu hedeflere yönelik
gerçekleştirimler mümkün olabilirdi. O halde hemen başlamak gerekecek.