Düşünce Kuruluşu Deyip Geçmeyin
Zaman zaman yazılı ve görsel medyada, düşünce kuruluşlarının analizlerine rastlamışsınızdır. Öyle ki ülkelerin karar alma süreçlerinde, çeşitli tavsiyelerde bulunan bu araştırma merkezleri, son dönem adlarından çokça söz ettirmekte. Elbette içlerinde objektif olarak, bazı tespitler yapıldığını söyleyebiliriz. Tıpkı geçen ay ABD merkezli Atlantik Konseyi'nin; “son 40 yılda ABD etkisinin hissedildiği ülkelerde, Çin daha etkili olmaya başladı” şeklindeki raporun, GÜNÜMÜZDE SÜREN KAVGANIN NEDENLERİNİ ortaya koyması bakımından ele alınabileceği gibi. Tabi bir diğer Avrupa menşeili düşünce kuruluşu CEPS’in; “Türkiye’nin stratejik etkisinin arttığını belirtilerek, Türkiye’yi, daha kapsayıcı eylemler ile Avrupa’ya demirleyen bir ülke haline getirmek” üzerine hazırladığı rapor da, bu kavgada bizim KONUMUMUZU ve KARŞILAŞTIKLARIMIZI özetlemesi açısından önem arz etmekte…
Görüleceği üzere yukarıda iki farklı merkezin yayınladığı
raporun, burada defalarca bahsettiklerimizi doğruladığı kesinlikle tartışılmaz.
Zira adına ister Batı deyin, ister Atlantik İttifakı yahut ABD, dünya üzerinde KÜRESEL
İKTİDAR ALANLARININ DARALDIĞINI ve bu dar alanda, güçlerini AYAKTA TUTMAYA çabaladıklarını
birçok kez bizler de yazmıştık. Bu minvalde sermayeden enerjiye, teknolojiden
uluslararası projelere kadar, bir ABD-Çin savaşını, arkalarına aldıkları
unsurları, stratejilerini ve enstrümanlarını, artık çocukların dahi idrak
ettiği bir vakıa. Türkiye’nin de söz konusu bu kırılmada, TAMAMEN KİMSEDEN YANA
TAVIR ALMAYARAK, fırtına denizde adeta kendine bir “HÜDAİ YOLU” çizdiğini ise
bizi okuyanlar hemen hatırlayacaktır. O yüzden kimisinin Türkiye’yi yanlarına
almak adına, CEPS’in raporuna yansıdığı
gibi “KAZAN KAZAN” temelli, iyi ilişkiler geliştirmek istemesi gayet normal
karşılanmalı. Fakat kimisinin de eski alışkanlıkları olan baskı, yaptırım,
ambargo, algı, terör vs. hususları, bir ŞANTAJ ARACI şeklinde üzerimizde
uyguladığı da şüphesiz.
Şimdi “yine mi dış güçler” deyip, geçmeyin sakın… Zira ABD
merkezli BROOKİNG Enstitüsünün Şubat raporunda, Türkiye’ye dönük yazılanları
okuyunca, sizlerin de bana hak vereceğinizden eminim. Keza “yeni seçilecek
hükümetin, Batı ile bağları yeniden tesis edebileceği, Washington’un da bunun için
Türkiye iç siyasetine yönelik baskıyı sürdürmesi gerektiğinin” tavsiye edilmesi,
fazla söze hacet bırakmayan cinsten seyrediyor. Hatta TÜRKİYE’YE BASKIYI ÇEŞİTLENDİREREK,
“Doğu Akdeniz’de geri adım attırma” faaliyetlerine ilişkin ifadeleri ve
türevleri de cabası… Lakin burada geçen; “yeni seçilecek hükümetin, Batı ile
bağları yeniden tesis edebileceği” ibaresi oldukça manidar. Kaldı ki Batı ile
ilişkilerini belli kıvamda sürdürmekten öte, “KAYITSIZ ŞARTSIZ SÖZ DİNLEYEN” bir
Türkiye arzusu taşıdıkları başka nasıl açıklanabilir ki?
Peki, bu gerçekleşirse şayet, ne olur derseniz? Batılı
güçlerin, dizginlerini ellerinde tuttuğu sermayeyi, GERİ DÖNMEK KOŞULUYLA, bir
süreliğine ülkemize akıtması kuvvetle muhtemel… Karşılığında da “D.
Akdeniz’den, Libya’dan, K.Irak ve K. Suriye’den, ASKERLERİMİZİ ÇEKMEK isterler
mi” sorusu, hemen aklımıza gelmiyor sayılmaz. Şöyle ki bu durumda, Türkiye’nin;
enerji kaynaklarından pay almaması, kurmak istedikleri PKK/YPG koridoruna kapı
aralanması ve terör ile meşgul edilip, enerjimizin içeride harcanması mümkün
olacaktır. Bu doğrultuda gelecek diğer taleplerinin ise; Türkiye’ye stratejik
güç veren, Kanal İstanbul Projesini engellemek; petrol/gaz sondajlarını
durdurmak; Savunma Sanayi yatırımlarını azaltmak; Ayasofya’yı eski haline
getirmek; başörtülülere yönelik, “KAMUSAL ALAN” ruhunu canlandırmak ve
demokrasi söylemleriyle, parlamenter sisteme dönerek İSTİKRARSIZ bir ortam
sağlamak, İHTİMAL dâhilinde görülebilir.
Evet, bu kısma kadar yapılan değerlendirmelerin, raporların satır aralarından yansıyan bir projeksiyon hükmünde olduğu muhakkak. O nedenle düşünce kuruluşu deyip geçmemek lazım. Çünkü buradan dersler çıkarmak ve ona göre yön belirlemek elzem. Nitekim onların ne dediğinden ziyade, bizlerin ne yaptığı BELİRLEYİCİ OLACAKTIR son kertede. Belki bedel ödüyoruz/ödeyeceğiz de. Takdir edersiniz ki Selçuklu’dan, Osmanlı’dan ve Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, atalarımızın tarihi yürüyüşüne karşı duranların olduğu da malumunuz. Ama dedelerimiz gibi bizlerde, hedefteki “TAM BAĞIMSIZ BÜYÜK TÜRKİYE” idealinden, zerre ZAAF göstermemek zorundayız. Yoksa Nene Hatunların, Şerife Bacıların, Seyit Onbaşıların, Ömer Halisdemirlerin yüzüne nasıl bakarız. Öyle değil mi…?