Durağan davet günleri
Okuduklarımdan
bazen öyle bir sayfa, bir paragraf veya bir satır karşıma çıkar ki günlerce
etkisinden çıkamadığım olur… Derin tefekkürlerin, güzel hikmetlerin kapısını
aralar… Bir iç sorgulama vesilesi
oluverir… İşte bunlardan birkaç alıntı:
İbni
Sa’d’ın Tabakatindan şu paragraf günümüz Müslümanlarına çok şey anlatıyor…
‘Biz hiçbir ananın çocuklarının
kabirlerini Hz. Abbas (ra)’ın Lübabe’den olan çocuklarının kabirleri kadar birbirinden
uzak görmedik… Fadl Şam’da… Abdullah
Taif’de… Ubeydullah Medine’de… Kusem Semerkant’da… Mabed ile
Abdurrahman İfrikiyye’de… Yani Kuzey Afrika’da…’
14.asır
öncesinden bahsediliyor… Aynı anneden altı kardeş, her birinin kabri farklı bir
coğrafyada… İslam yolunda uzaklar yakınlaşıyor… İlim, davet, cihad, hicret için
mesafeler kalkıveriyor…
Medine-Tunus
4 bin 200 km… Medine-Semerkant 4 bin km…
Onları
yollara düşüren dert ve dava neydi? Bizi yere çakılı kılan acziyet ve zafiyet
neyin nesidir?
İşte
ashabın ufku ile aramızdaki fark…
İkinci alıntım
Dr. Selim Argun Hoca’nın bir makalesinden; ‘Sömürgeci
Avrupalı denizcilerin Doğu Afrika sahil şeritlerindeki şehirlere baskın yaparak
tutsak ettikleri siyahi köleleri Amerika kıtasına götürüp satması 18. ve 19. yüzyılda
oldukça yaygındı. Gencecik yaşta vatanlarından kopartılan bu insanlar, gayri
insani koşullar altında aylar süren deniz yolculuğu sonrasında, baş gösteren
salgın hastalıklara rağmen hayatta kalabilenler Amerikan köle pazarlarında
satılıyordu.
İşte böyle bir dönemde, Doğu
Afrika’da Müslümanların yoğun olarak yaşadığı bir şehirde Müslüman âlimler
toplanarak şu kararı almıştı: Köle olarak çalıştırılmak üzere götürülen bu
gençlerin henüz dinlerini tam olarak öğrenmemiş olmaları hasebiyle, yaşları
müsait bazı âlimler bu gençler arasına karışıp onlarla gitmeli ve varılan yerde
bu gençlere dinlerini öğretmeye devam etmeliydi. Gerçekten de bazı genç âlimler
olağanüstü bir fedakârlık örneği sergileyerek tebdili kıyafetle bu köle
gemilerine binmiş, genç Müslümanların Hıristiyanlaştırılması tehlikesine karşı
hayatlarının geri kalan kısmını bilmedikleri bir coğrafyada, tahmin dahi
edemeyecekleri şartlarda köle olarak çalışmayı kabullenerek ve bir an bile
olsun yanlarından ayrılmak istemedikleri çocukları vardı. Ancak bu din, bu
günlere bu tür fedakârlıklar yapılarak gelmişti.’
Bu
nasıl bir sevda? Nasıl bir adanmışlık?
Rasyonalize
olmuş Müslüman akla bunu izah etmek oldukça zor. Kütüphanelerine gönüllü kalmış
çağdaş âlim, aydın, akademisyen ve entelektüellerimize bunları anlatmak ne
kadar mümkün?
Dostlar,
oturduğumuz yerden ahkâm kesmekle, akıl vermekle, analiz yapmakla amaç
gerçekleşmiyor…
Çarpıcı
yorumlarla yol alınmıyor…
Yarın
ihmal ettiğimiz kalpler, terk ettiğimiz kapılar bizden davacı olacaklardır…
Gitmediğimiz
yer, dokunmadığımız yürek, ulaşmadığımız insan, emek vermediğimiz kitle bize
vebal olarak dönecektir…
Ne vakitten beri bu kadar
ulaşılmaz ve anlaşılmaz olduk… Elitist
bir dil… Entelektüel bir kibir… Üstenci bir bakış… Buyurgan bir duruş… Böyle mi
davette bulunacağız?
Ya da
içe kapanarak, gettolarımıza sığınarak ihtiyacı olanların bize gelmesini mi
bekleyeceğiz? Bizi bulmalarını mı isteyeceğiz?
Peşinden
koşmamız gerekirken, kaçırdığımız fırsatlar ve insanlar… Kime hizmet ediyoruz?
Sanıyorum
Abese Suresini tekrar tekrar okumamız gerekiyor…
Hakikate
ve hidayete aç kitlelerden yüz çevirmenin, uzak durmanın, ihmal etmenin
vebalini birinin bizlere hatırlatması gerekiyor…
‘Şehrin en uzak yerinden koşarak
gelen adam…’
olmak zorundayız…
En uzak
orada kalsın, en yakınımıza bile düşmüşüz… İnsanlarla bağ kurmakta, dertleşmekte,
dostlukta gevşedik…
Yoksa
iddialarımızdan mı vazgeçtik?
Hayır…
Mustafa Sabri Efendi’nin çağrısına kulak verelim:
‘Bugün İslam öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil ahiretini dahi feda etmeye hazır olacak.’
Evet adanmışlığı idealize etmeden pratize etmeliyiz…