'Dünyayı Kurtaran Adam' Göçtü
Türk sineması denilince eskiden hemen
aklımıza Yeşilçam gelirdi… Aradan uzun yıllar geçti; yeni jenerasyon çok
bilmez… Biraz da tarihi filmlere düşkünlüğümden galiba, (her ne kadar gerçek
tarihimizi yansıtmasa da) 70’li yıllardaki ‘bir Türk dünyaya bedel’ sahnelerinin kahramanlarından Malkoçoğlu
ile Yeşilçam’ın kaybolan izini sürüp sizlerle paylaşmak üzere sıvadım kolları;
tâ 2000’li yılların başında.
Aman efendim ne netameli bir serüvene
talip olmuşum!.. Yılmadım; bekledim sabır ve metanetle!.. Baktım hemen olmuyor,
işi soğumaya bıraktım; kim öle kim kala bâbından.
Hey gidi günler hey!..
Düşünmek kolaydı da, bir de anlı şanlı
Cüneyt abime ulaşmanın çilesi vardı işin içinde. Önce kitabının yayıncısı
Kabalcı Yayınları’na selam verdim. Böyleyken böyle diye… Yayıncısı Mustafa Küpüşoğlu dolambaçlı yolları
tarif etmeye başlayınca, “bu beni bozar
dedim” ve bu kapıyı yavaşça kapattım. Bir daha girmemek üzere.
Gel zaman git zaman!.. Oğlu Kaan Polat Cüreklibatır’un telefonu
geçti elime. Artık kim tutar beni!.. Çevirdim numarayı, heyecanlı heyecanlı
anlattım kendisine aklımdan geçenleri. Kaan Polat bey biraz tırsık bir
vaziyette ‘abi elini ayağını öpeyim,
beni babamla takıştırma’, der gibi bir ses tonu vardı. Fakat sağ olsun, ‘babama durumu ileteyim sonra ben size
dönerim’ diyerek kapattı telefonu.
Aradan uzun bir süre geçmesine rağmen Kaan
Polat beyden ses seda yok. İşi düşen bendim o beni niye arasındı ki!.. Nezaket
kurallarını çiğneyerek aradım bir süre sonra tekrar Kaan Polat beyi. Ihhhh
dedi, mııııhhhh dedi ve çareyi evlerinin telefonunu vermekte buldu sonunda.
Eyiii dedim içimden! Kaleleri bir bir
fethederek, Malkoçoğlu’na ulaşmaya bir adım daha yaklaştım!.. Aradım Kaan Polat
beyin verdiği (0212) 214 .. .. nolu telefonu. Karşıma yardımcıları çıktı,
talebimi izah ettim ve Cüneyt beyle görüşmek istediğimi söyledim. “Cüneyt bey şu anda yok, ama hanımı Betül
hanım burada” deyince: “Heyyyt len
bu iş olacak” dedim içimden...
Betül hanımla merhabalaştıktan sonra
rahatsız etme sebebini kısaca izah etmeye çalıştım. Kendileri çok memnun
olduklarını ifade ederek, telefon numaramı bırakmamı rica ettiler... Günlerce
telefonum çalacak diye bekledim ama, maalesef bir türlü o “zııııırrrr” sesini duymak nasip olmadı. Eeee kolay değildi, “Bir Türk dünyaya bedeli” iliklerimize
kadar işleten “Malkoçoğlu” ile
görüşmek. O ne kadar görüşmek istemiyorsa, ben de o kadar görüşmek istiyordum
kendileriyle... “El mi yaman bey mi
yaman” hesabı aradım da aradım. Her arayışımda kâh yardımcıları notumu
Cüneyt beyin masasına iliştirdiklerini söylediler, kâh da Betül hanım nezaketle
şu anda beyinin çok yoğun olduğunu fakat bu görüşmeyi sağlamak için elinden
geleni yapacağını ifade ettiler.
Bir defasında aradığımda karşımdaki
sesi tanıdık buldum.
-“Buyrun”,
dedi.
-“Efendim ben Cüneyt beyi aramıştım”.
-“Ben
onun ağabeyiyim beyefendi. Kendileri yok. Fakat ben sizin notunuzu masasına
iliştireceğim” diyerek telefonu kapattı.
Yemiştim!.. Yıllarca bir savaştan diğer
savaşa attığı “n’evet, n’olamaz, nayır”
naralarıyla kulaklarımızı çınlatan adamın tâ kendisiydi telefonun diğer
ucundaki zat-ı muhterem! Adam yıllarca kameralar karşısında rol kesmişti,
deneyimliydi bu mevzularda. Ve bu mevzuda da rolünü kıvırmaya çalışıyordu. Fakat,
“abi yeme bizi, sen Cüneyt abimizsin”
diyemedim...
Tekrar tekrar niye diye bir sorun
hele!.. Çünkü o koskoca nam-ı diğer “Malkoçoğlu”ydu.
Adamı kıllandırmamak lâzımdı. Ne de olsa onunla yapacağım röportaj ses
getirecekti. Teşekkür edip, saygılarımı sunarak kapattım telefonu.
Notumun kendisine iletildiğinde, “bugün müsaitim len!.. Gel de biraz
laflayalım” diyeceği günleri hep bekledim, usanmadan!.. Usansam ne olacak
ki!.. Adam konuşmuyor işte, zorla mı?.. Yani zorla güzellik olur mu?..
Hani yıllarca gazetecilerden çekmişti.
Yine başıma bir şey gelir diye tırsıyor olabilirdi. Bu durumda yeni çareler
üretmek lazımdı! Ben de öyle yaptım. Koştum faksın başına. Günlerce çalıştığım
Cüneyt Arkın pardon Fahrettin Cüreklibatır dersimi (röportaj sorularımı) 5 A4
sayfası olarak faksladım, ne olur ne olmaz diye de Betül hanımdan aldım
teyidimi. Ben ulaşamamıştım ama, sorularım sapasağlam ulaşmıştı hanelerine...
***
CÜNEYT ARKIN’A ÇEKİLEN FAKS
Merhabalar...
Sinema ve kültürel değer açısından
önemli bir yere sahip olduğunuzu düşündüğümden, sizinle ilgili küçük bir
araştırma yapma gereği duydum. Araştırdıkça ilginç anekdotlara ulaştım. Ve
bunları “Millî Gazete” okuyucusuna
aktarmanın güzel bir kültürel hatırat olacağı kanısına vardım. Ama size ulaşmak
ne mümkün efendim. Önce bir şekilde oğlunuz Kaan Polat beye ulaştım. Israrlı arayışlarım
sonucunda ev telefonunu vererek bir şekilde kurtuldu benden! Daha sonra Betül
hanımla görüşerek meramımı anlatmayı denedim. Teşekkür ederim, beni nezaket
dairesi içinde dinleyip, notumu size ulaştıracağını söyledi. Daha sonraki
telefonla size ulaşma çabalarımda sürekli karşıma başkaları çıktı. Ama
ümitsizliğe asla düşmedim. Çünkü bu aramalarım sonucunda “Kardeşim, Millî Gazete’ye konuşmak istemiyor” denilmedi. Belki de “NEZAKETSİZLİK” yaparak sizlerden olumlu
sonuç almak dileğiyle, sorularımı içeren bu faksı gönderiyorum. Herkesin “Yaşanmış Bir Hikâyesi” var. Efendim, bu
faks zannediyorum bir hikâyenin başlangıcı olacak.
Saygı ve selamlar....
*
Nasıl olsa “[email protected]” ileti
adresimi de gördü ya!... Sivasi mahlasıyla, yıllarca film setlerinde yermisin
yemezmisin, diye evire çevire dövdüğü rahmetli hemşehrim Sivaslı Yadigar Ejder’i aklına düşürmüşümdür bu
sayede. Adam dayanamaz artık yumruklarının suyu akar!.. Eski günleri güzel bir
yâd eder, beni de evire çevire döver(!) diye aklımdan geçirmeye başladım.
Cüneyt abim çok geçmez film setlerinden
(çünkü her aradığımda genelde film setlerinde olduğu söyleniyordu) bir
fırsatını bulup bana bir kaç saatini ayırabilirdi artık.
Hatta bir defasında hafif bir
yılgınlık emaresi göstererek karşımı çıkan yardımcısına, “Bu Cüneyt abi beni, Yeşilçam’ın figüranlarından kötü etti. Bu notumu
önce masasının bir kenarına sonra da kendisine iletmeyi ihmal etmeyin. O bu
sözlerin ne anlama geldiğini iyi bilir” diyerek kapatmıştım telefonu.
Film gibi bir serüven değil mi?..
Röportaja gidecekken röportajlık olmuşuz da haberimiz yok! Yerimden kalkmadan,
4 Levent’teki evinin önüne barikat kurmadan tam 2 yıl (2004’ün Temmuz’undan 2006’nın Ağustos’una kadar) sürdü bu telefon
trafiği... Pardon bürokrasisi... Kendisinin cep telefonunu neden aramadınız
diye sorabilirsiniz. Ha bu noktadan sonra artık sormayın!.. Çünkü kendisi cep
telefonu kullanmıyormuş!..
Oysa ben ona çocukluğumuzun kahramanı
Malkoçoğlu’nu, Millî Gazete’de çevirdiği filmin anısını, tarihi filmlerde kale
burçlarının üzerinden teyyarelerin nasıl geçtiğini, Bebek sahilinde arabasına
çarpan garibanı nasıl hastanelik ettiğini, şöhretin nasıl bir şey olduğunu,
aldığı ödülleri, atını emanet ettiği seyisin atının üzümlerini nasıl hiç
ettiğini, içki ve uyuşturucu seminerlerine sallana sallana nasıl gittiğini
velhasıl daha neler neler soracaktım.
*
Benim vaktim nasıl olsa boldu, ama
rahmetlininki kısalmıştı!.. Kendi kaybetti!.. Bütün gayretlerime rağmen bunu
kestiremedi!.. Hasan Mutlucan’ın(darbelerin türkücüsü) kahramanlık türküleriyle
uğurlayacaktık onu, ama nasip işte Malkoçoğlu gibi yaşayıp, arkasından hüngür
hüngür ağlatacak bir yazı serdettirmek yerine, tûlât üstadı İsmail Dümbüllü ve
meslektaşı Vahi Öz’ün ölümü gibi tebessüm ettiren bir yazı serdettirdi.
Kusura bakmayın bu benim suçum değil, tamamen
rahmetlinin sebep olduğu bir durum. İnanmıyorsanız, belirttiğin tarihler arasında
evdeki yardımcılarına, Kaan Polat ve Betül hanıma soruverin... Onlar da
hafızalarını yoklayınca, acılarına rağmen “eveeet,
eveeeet hatırladık...” diyecekler sizlere.
Ne diyelim; artık “canı sağ olsun” diyemeyeceğimize göre, “rûhu şâd olsun” demek düşer bize.
***
BEYAZPERDEYE “GURBET KUŞLARI”YA ATIM ATTI
8 Eylül 1937’de rüzgarın deli deli
estiği bir günün zifiri karanlığında Eskişehir’in merkeze bağlı Karaçay köyünde
dünyaya gelir. Çocukluğu yoksulluk ve sefalet içinde geçer. Eskişehir Necati
Bey İlkokulu’nda başlayan eğitim serüveni, Eskişehir Lisesinde devam eder ve
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde son bulur...
Cüneyt Arkın’ı, Cemal Süreya’nın anlatımıyla tanımaya çalışalım: “Edebiyat ve şiir
meraklısı olan Fahrettin Cüreklibatır’la tanışıklığım, 1957 yılında
Eskişehir’de başladı. Bu tanışıklık daha sonra dostluğa dönüşerek İstanbul’da
da devam etti. O dönemde yazdığı öykülerden bir kaçını “Pazar Postası”nda yayınlanmasını sağladım. Fahrettin, öyküler yazan
ve tiyatroyla ilgilenmek isteyen bir delikanlı. Ama yazgısı sinemaya götürdü
onu. Hava Kuvvetleri’nde yedek subaylığını yaparken Halit Refiğ’in dikkatini çekti. Halit Refiğ, “Şafak Bekçileri” adlı filmini çekerken bu yakışıklı asteğmenden de
yararlanmak istedi. Ancak yönetmelikler izin vermiyordu buna. Fahrettin, terhis
olduktan sonra gidip Halit Refiğ’i buldu ve ilk olarak “Gurbet Kuşları” adlı filminde rol aldı. Fahrettin adının Cüneyt’e
nasıl dönüştüğünü de dostu Halit Refiğ’den öğrendim. Gazeteci Vecdi Benderli
bulmuş bu adı. “Cüneyt”, Cüneyt
Gökçer’in adından, “Arkın” da
Ramazan Arkın’ınkinden alınmış.”
Arkın’ın yüreğinden kalemine dökülen, “kınalı anası dertli / bu adam hiç mi adam
olmayacak / babası gibi ölürken / bütün hâtıralarını götürecek...” dizeleri
bütün yaşanmışlıklarıyla benlikleri derinden etkilerken, onun “yıkılmadım ayaktayım” dercesine topluma
miras bıraktığı “Yaşanmış Hikâyeler”
dilden dile dolaşmaya devam ediyor.
***
ADINI UNUTAN ADAM: CÜNEYT ARKIN
Nâm-ı diğer Fahrettin Cüreklibatır,
sinemaya bir derginin açtığı yarışmayı (1964) kazanıp “Yeşilçam”a dahil oldu. Artık doktor Fahrettin Cüreklibatır ölmüş,
onun küllerinden “artist” Cüneyt
Arkın doğmuştu.
Oynadığı tarihî, karate ve polisiye
filmleriyle seyircinin gözünü doldurarak “Yeşilçam”ın
zirvesine koşmaya başladı. Cüneyt Arkın’ın çevirdiği tarihî filmlerden “Malkoçoğlu”, “Kara Murat”, “Battal Gazi”
hâlâ günümüzde bile büyük heyecanla izleniyor. Oyunculukta kendisini kanıtlayan
Arkın, 1976 yılında “Şahin” filmiyle
ilk yönetmenlik denemesini gerçekleştirdi. 1974’lerde Yeşilçam’ın üzerine
çöreklenen kirli havanın etkisiyle arayışa giren Arkın, ülkedeki politizasyon
sonucu siyasal ve solcu filmlere yöneldi. “Vatandaş
Rıza” ile sosyal haksızlıklara kafa tuttu. Baktı ki, işler karışık, bu
sefer de “Dünyayı Kurtaran Adam”
olmaya karar verdi. Ve “Dünyayı Kurtaran
Adam”la, dünya çapında bir kült filmin bilim-kurgusal fantezi içerikli
aktörü olmayı başardı. O, 400’ün üzerinde filme (oyuncu, yönetmen, senarist
vs...) oynayan “artist” olarak tarihe
geçmeyi alnının akıyla çoktan hak etmişti. 1980’li yılların sonunda “beyazcam”a mağlup olan “Yeşilçam”la birlikte Arkın’ın da boynu
bükülmüştü. Ama o, “Malkoçoğlu”ydu.
Yenilgi ona tersti. Sinemanın onu ya da onun sinemayı unuttuğu günlerde “Babacan”la birlikte TV’ye adım attı.
Çeşitli reklam ve dizi filmlerinde oynadı. Ve bir gün şöyle arkasına dönüp
baktığında “Adını Unutan Adam”ı
gördü. Kalemini aldı, hayat sahnesindeki olayları; yani kendini, yani hüznü,
yani acıyı, yani gülümsemeyi not düştü kitabına. (Kabalcı Yayınevi, 2001)
Arkın, şimdi 68 yaşında. (Benim
röportaj talebim olduğu tarihte) Resim çiziyor, konferanslara katılıyor. Bizden
bu kadar tüyo yeter. Geri kalan kısmı kendi ağzından dinlemeye ne dersiniz?!..
(Kusura bakmayın sözün bittiği yerdeyiz. Bu artık mümkün değil.)
Rahmetli Cüneyt Arkın’dan röportaj
talebinde bulunmamın üzerinden yaklaşık 18 yıl geçmiş. Ömür su misâli, akıp
gidiyor... Rabbim kendisine rahmet, sevenlerine sabr-ı cemil ihsan eylesin.
*
RAHMETLİ CÜNEYT ARKIN’A ŞU SORULARI SORACAKTIM….
Rahmetli ile görüşme imkânım olsaydı
şu soruları soracaktım. Kendisine soramadığım, fakat çoğunun muhtemel cevabını
bildiğim bu soruları hiç değilse siz okuyucularımla paylaşayım dedim. Çünkü
içimde ukde kaldı. Sakın bu soruların cevabını fazla merak edip ısrar
etmeyin!.. Yapacak bir şey yok, o şimdi rahmeti rahmana kavuştu. Bu kadarla
iktifa edin lütfen.
En azından benimkisi ağaçla yapılan
röportaj kadar absürt değil. Bazı soruların cevabı kendi içinde, fakat
cevapsızlar için yapacak bir şey yok artık. İşte rahmetliye “soracaktım, soramadım” dediğim
sorular...
- Bizim çocukluğumuzun ütopyası “Malkoçoğlu” İstanbul Tıp Fakültesi’nden
doktor olarak mezun olup hastalarına derman olacakken, bir derginin açtığı
(artistlik) yarışması Fahrettin Cüreklibatır’un mesleki kaderini değiştirir.
Efendim, hayatınızın değişmesine sebep olan bu hadise nasıl gelişti isterseniz
oradan başlayalım...
- Hayatınızdaki bu değişiklikten sonra Cüneyt Arkın’ın,
Fahrettin Cüreklibatır’un hayallerini alıp götürdü bir anlamda. Bazen bunları
derinlemesine irdeleyip iki isim arasındaki polemiklerden çıkan bir
hesaplaşmanın içine girdiğiniz oldu mu hiç?..
- Hani denilir ya; “Şöhret afettir.” Bakın neler yaptırıyor
insana. Sizin de tecrübe ettiğiniz gibi insanın en önemli kimliği “ismini” değiştirtiyor...
(Takma isim hastalığının genel olarak
sinema sanatçılarında yaygın olduğu kanısı hakimdir. Oysa bu iş biraz
irdelendiğinde hadisenin hiç de öyle olmadığı göze çarpar. Aslında bu çığırı
açanların başında “edebiyat dünyası”nın
ünlü ismi Nâzım Hikmet Ran olduğunu söylesek çok da yanlış olmaz. Çünkü yerli
sinemada ilk takma isim kullanan kişi Nâzım Hikmet’tir. 1930-1940 yılları
arasında sinemayla iç içe olan Nâzım Hikmet, o dönemin en önemli
yönetmenlerinden birisi olan Muhsin Ertuğrul’a asistanlık yapmış ve ona çok
sayıda senaryo yazmıştır. Hatta “Güneşe
Doğru” isimli bir de film çekmiştir. Nâzım Hikmet’in, Muhsin Ertuğrul’a
yazdığı senaryolarda kullandığı takma isimlerden birisi Ercüment Er’dir. Takma
isim kullanan ünlü edebiyatçılarımız sadece Nâzım Hikmet’le kalmamış bu ekolü
Attila İlhan; Ali Kaptanoğlu, Kemal Tahir; Murat Aşkın gibi bir çok
edebiyatçımız devam ettirmiştir. Edebiyatçıların kimlik gizlime nedenlerinin
başında, her ortamda burun kıvırdıkları Türk sinemasında afişe olmamak gelir. Şöhreti
yakalayan sinema oyuncularının çoğu ilk iş olarak “edebiyatçıların yaptığı gibi” isimlerini değiştirmek olmuş. Mesela;
Atıf Terzioğlu – Atıf Kaplan, Ayhan Işıyan-Ayhan Işık, Aysel Kısa-Muhterem Nur,
Kirkor Cezveciyon-Kenan Pars, Yılmaz Pütün-Yılmaz Güney, Bumin Gaffar
Çıtanak-Fikret Hakan, Turan Bayburt-Ferdi Tayfur, Hatice Kökçü-Neriman Köksal,
Nusret Ersöz-Serdar Gökhan, Tarık Üreğil-Tarık Akan, Uğur Fidan-Bulut Aras,
Rujdan Tezcan-Murat Soydan, Veysel İnce-Aytaç Arman vs... bu listeyi
sonlandırmaya bizim sütunlarımız yetmez. Uzar da uzar...)
- Siz bu isim değiştirme serüvenini yaşayanlardan sadece
birisiniz. Yüzünüzü Yeşilçam’a çevirdiğinizde Fahrettin Cüreklibatır’un Cüneyt
Arkın’la bir yüzleşmesi-hesaplaşması oldu mu?...
- 1964’lü yıllarda şöhrete adım adım
tırmanırken isminizi değiştirmeniz yakınlarınız tarafından nasıl karşılandı?..
- Beyazperdeye adım atışınızla birlikte hayatınızda değişen
en önemli 3 + ve 3 - nedir?.. Bunları birer cümle ile ifadelendirebilir
misiniz?
- İlk oynadığınız filmin ismi ve
içeriği neydi?..
- Şöhret olduktan sonra başınızın döndüğünü “Adını
Unutan Adam” isimli kitabınızda açık
açık ifade ediyorsunuz. Seyircinizin gözünde kahramanlaşırken, normal
hayatınızda; içki, kumar gibi birtakım kötü alışkanlıklara sürüklenmenizin
sebebi nedir?..
- 1970’li yılların ortaları hem sizin
hem de Yeşilçam’ın en şaşaalı günleri diyebilir miyiz? Çünkü bakıyoruz, sizin
yerinizi pekiştiren Malkoçoğlu, Battal Gazi, Melik Şah, Kara Murat, Selahattin
Eyyubi gibi filmler bu döneme rastlıyor...
- Tarihi filmlerle bir döneme ışık tuttunuz. “Bir Türkün
dünyaya bedel” olma gururunu sizin filmlerinizle yaşadık. Sizinle birlikte kah
Fatih’in Fedaisi olduk, kah Osmanlının akıncıları. Şimdi gözünüzü yumup şöyle o
günlere gitseniz bu tarihi filmlerden hangi anekdotları aktarırsınız bize?..
- Aslında milliyetçi unsurları taşıyan
filmlerin adamı, ne oldu ise 1976 yılından sonra siyasal ve sol figürlerin ağır
bastığı yapıtlara yöneldi. Bunun ilk emaresi, Yavuz Özkan’ın “Maden” filminde Tarık Akan’la birlikte
sömürüye direnen işçileri oynamanızdı. Hatta dayanışma ruhundan olsa gerek,
1977’de sansürü protesto etmek amacıyla İstanbul’dan çıkıp Ankara’ya
yürüyenlerin arasındaydınız. Hem de yeni yeni tanıştığınız “emekçilik” ruhuyla. Sizi bunlara mecbur
eden sebepleri sorguladığımızda nasıl bir cevaba ulaşırız efendim?..
- Bu sürecin en somut adımı “Vatandaş
Rıza” filminiz. Bu filmde, sosyal
adaletsizliğe karşı çıkalım derken, Taksim-Beyazıt arasında polisle köşe
kapmaca hikâyeniz bile var. Hem de ilk filmini çeviren eşiniz Betül hanım da
var işin içinde. Efendim, bu hikâyenin sonucunda nasıl bir dram veya komedi
yaşadınız?..
- Bildiğimiz kadarıyla İtalya ve İran
ortak yapımlarında rol aldınız. Filmlerinizin bir kısmı Ortadoğu ve Afrika
ülkelerinde beğeni topladı. Ama nedense Türk sineması dışa açılma bakımından
bir türlü çıkış yolu bulamadı. Bunun sebepleri nelerdi?..
- 1982 yılında yönetmenliğini Çetin İnanç’ın üstlendiği,
başrolünü sizin oynadığınız, “Dünyayı Kurtaran Adam” adlı bilim kurgusal
fanteziyle, dünya çapında bir kült filmin aktörü olmayı başardınız. Gerçekten bu
kadar yankı yapacağını bekliyor muydunuz?..
- “Dünyayı Kurtaran Adam” uluslar arası piyasada dünyanın en kötü 10
filmi arasında gösterildi. Bu durum Hollywood yapımcılarının dikkatini çekti.
Hollywood yapımcılarından Globus bu filimle ilgili olarak size bir teklifte
bulundu mu?..
- Filmlerinizde Sütçü, Kemoş, Yadigar
gibi figüranları acımasızca hırpalardınız. Bu anlamda ilginç bir anınız var mı
film setlerinden? Hani eskiden, “Yeşilçam’da
Cüneyt Arkın’dan dayak yemeyen figüranları adam yerine koymazlardı”
bâbından...
- Efendim, karışıklıklar hep film setinde olmuyor. Şükrü
Şengül isimli vatandaş size arabasıyla Bebek sahilinde çarpmış. Hadiseden sonra
adamı arabadan aşağıya davet etmişsiniz. Sonrasını sizden dinleyelim...
- Bir de o dönemde bir gazete patronunun
projesini reddettiğiniz için, size ambargo konması hadisesi var… Fakat işler
daha sonra tersine dönünce sizden özür dileniyor… Bu gazete patronun kim
olduğunu ve olayın nasıl tatlıya bağlandığını anlatır mısınız?..
- Türk-İtalyan ortak yapımı bir filmde, yapımcı sizden “baba” bir kavga sahnesi ister. Birkaç
hareketten sonra, ayağınızı İtalyan figüranın boynuna bastırırsınız. Adam altta
“basta, basta” dedikçe, siz de Allah
ne verdiyse adamın boğazına bastırırsınız, olanca gücünüzle. Oysa, “basta; İtalyancada “yeter” demektir. Adamın son halini hatırlıyor
musunuz?..
- Bu gibi durumların dil bilmemekten
kaynaklandığını “Adını Unutan Adam”
kitabında adeta iç geçirerek kaleme almışsınız. Fakat, bugünlerde yaptığınız
bir açıklamanızda, “Türk insanlarına yapılan
en büyük ihanetlerden birisi de yabancı dil ile yapılan eğitimdir”
diyorsunuz. Dün büyük bir “pişmanlık”
duyarken, bugün “yabancı dilde eğitim
ihanettir” yargısına nereden vardınız?..
- Yanılmıyorsam, uzun soluklu koştuğunuz Yeşilçam
sokaklarında 306 filmde oyuncu, 38 filmde yönetmen, 9 filmde yapımcı, 28 filmde
senarist, 2 filmde yönetmen yardımcılığı olmak üzere 400’ün üzerinde emeğiniz
var. Hem de en çok başrol oynayan artist olarak. Geriye dönüp baktığınızda
nasıl bir tablo görüyorsunuz?..
- Efendim, bu kadar yapıt olur da ödül
olmaz mı?.. 1972’de “Yaralı Kurt”
ile başlayan ödül serüveninizi anlatır mısınız?..
- 1970’li yılların sonunda sinemadan sahneye transfer olmak
âdeta gelenek haline gelmişti. Siz de 1980 yılının Ağustos ayında İzmir Fuarı’nda
sahneye çıkarak bu kervanda yerinizi aldınız. Fakat sahneden inişiniz hızlı
oldu, bu kadar hızlı inişin sebebi neydi acaba?..
- Tarihi ve kahramanlık filmlerini bir
kenara bırakırsak, sizin de bir dönemde fazlaca çektiğiniz vurdulu kırdılı
filmlerin Türk toplumundaki yansımasını şimdiki bakışınızla nasıl
değerlendiriyorsunuz?..
- İsmail Güneş’in “Gülün Bittiği Yer” filminde 12 Eylül döneminde bir gencin
başından geçen işkence olayı anlatılıyordu. Bu filmde siz ise bir savcıyı
canlandırıyordunuz. Bu filmde size yapılan ilginç eleştirilerden birisi; “yıllardır
şiddet dolu filmlerde oynayan kişi, neden şiddet karşıtı bir filmde oynatıldı” idi. Bir oyuncu olarak bu bakış açısını
nasıl değerlendiriyorsunuz?..
- Türk sinema tarihine mal olmuş bir
çok repliğiniz var. Mesela; filminizin hüzünlü bir sahnesinde “n’ayır, n’olamaz”, “nalçaklar”... vs.
dediğinizde hüznün yerini kahkaha tufanı kaplıyordu. Bu hadisenin arka planında
neler var? Bu repliklerle neyi amaçlamıştınız?..
- Tarihi filmlerden birinde “Kahpe Bizans”a karşı amansızca
mücadele verirken, hemen arkanızdan bir “uçak” geçiyor. O dönemde uçak
filolarımız vardı da, kimsenin haberi yoktu herhalde. Bu benim ilgimi çeken bir
hadisedir. Bu nasıl oldu? Buna benzer örnekler var mı şu anda hatırınızda?..
- Efendim, Türk sinemasının en çok
başrol oynayan sinema sanatçısı olarak bir çok tarihi ve aksiyon filminde rol
aldınız. Başınızdan geçen kaza veya ilginç olaylar var mı? Bunlardan örnekler
verebilir misiniz?..
- Tarihi yapıtlarıyla, dinî ve ahlâkî unsurlarıyla, zengin
kızın fakir gence olan aşkıyla hayat bulan bir dönem vardı. Bazen güldüren,
bazen düşündüren, bazen de başka hayatlara dair verdiği mesajlarla seyircisini hüngür
hüngür ağlatan bir Yeşilçam vardı. Bir neslin kendisini bulduğu YEŞİLÇAM’a ne
oldu?..
- Aslen Suriyeli bir Müslüman olan Mustafa Akkad (Ürdün’de terörist bir
saldırı sonucu bulunduğu otelde önce kızını kaybetti, ardından da yaralı olarak
kaldırıldığı hastanede kan kaybından vefat etti. 11 Kasım 2005), Hollywood film
piyasasının Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hayatını filme çekeceklerini haber
alınca âdeta şok oldu. Hemen çözüm üretmek için kolları sıvadı. Çekim için
araştırmalara başladı. Beğenmediğimiz(!) Libya
Lideri Muammer Kaddafi’nin desteğiyle “Çağrı”
filmini çekti. Hemen ardından “Çöl
Aslanı Ömer Muhtar”ı çekti. İslâm dünyasında büyük yankı uyandıran bu
filmlerle yaklaşık uzun yıllardır idare ediyoruz hâlâ. Akkad, bu heyecanı
Selahaddin Eyyubi ve Fatih Sultan Mehmet filmleriyle pekiştirmek istediğinde,
her şeye pekâlâ para bulan çevreler, ne hikmetse sus pus oluyor. Oysa
İstanbul’un Fethi’nin hazzını tekrar tekrar yaşamak hiçbir şeyle ölçülemez.
Amerikalılar “Gladyatör”ü, “Truva”yı çekiyor, “İskender”i çekiyor, “Cennetin
Krallığı”nı çekiyor. Biz ise herkesin gıpta ile baktığı tarihimizi
küllendiriyoruz.
- Bizim çok zengin bir tarihi kültür ve misyonumuz olmasına
rağmen adeta geçmişimizden bilinçsizce intikam alıyoruz. Oysa tarihsel
argümanlarımız kucağını açmış bizi bekliyor. Mesela; Selahaddin Eyyubi, Fatih
Sultan Mehmed’in hayatları dünya sinemalarında “perde” dese, hem ülkemizin
tanıtımına, hem de kültürel kimliğimizin canlanması adına güzel bir hamle olmaz
mı, Hollywood’a meydan okurcasına...
- Beyazcamdaki dönüşüme sizlerin de
dahil olduğunu görüyoruz. Önce, bir TV’de “Babacan”
programı yaptınız. Daha sonra, “Doktorlar”,
“Polis”, “Merhamet”, “Zirvedekiler”, “Bizim Ev”, “Karate Can”,
“Serseri” ve “Köpek” dizilerinde rol aldınız. (Bu arada reklam filmleri de var)
Aslında bu dönüşümü şöyle dile getirsek yanlış olur mu; “Yeşilçam, TV’ye mağlup oldu...”
- Efendim, Kabalcı Yayınları arasında çıkan “Adını
Unutan Adam” isimli bir de kitabınız
var. Uzunca süren bir çalışmanın ürünü olduğu hissi veriyor insana, okurken...
Kitabın adı bizi tâ 1964’lere, yani Fahrettin Cüreklibatır’la Cüneyt Arkın’ın
hesaplaşmasının başladığı noktaya götürüyor. Acaba yanıldık mı Cüneyt bey?..
- Hatta zaman zaman kitabınızın bazı
bölümlerinde ironi yapmaktan da haz aldığınız belli oluyor. Mesela; “Dünyayı kurtardık ama patronu batırdık”
yaklaşımı bunlardan sadece bir örnek...
- Okumaya meraklı olduğunuz, “Okumayan insan çorak bir topraktır, hiçbir
şey veremez” açıklamanızdan belli oluyor. Hangi tür kitaplar ilginizi
çeker, kimleri okursunuz?..
- Son yıllarda birtakım basının da şişirmesiyle bazı
aydın(!) yazarlar piyasaya angaje edildi. Mesela; sapkınlığı “aşk” kavramıyla millete yutturan Ahmet Altan
bir taraftan “aranan yazar”
kategorisine konulurken, diğer taraftan son günlerde “Biz, bir milyon
Ermeni’yi, otuz bin Kürt’ü öldürdük”
saçmalığına maruz kaldığımız Orhan Pamuk başımızın tâcı edilmeye çalışılıyor.
Memleket bu aydın(!)larla nereye götürülmeye çalışılıyor?..
- Sizi son yıllarda daha fazla sosyal
aktivitelerin içinde görüyoruz. Özellikle içki ve uyuşturucu konusunda
seminerler veriyorsunuz. Bu bilincin oluşmasında neler etkili oldu? Bu anlamda
gençliğin durumunu nasıl görüyorsunuz?
- İlerleyen yaşınıza rağmen dinç kalmamın yolunun spordan
geçtiğini en iyi bilenlerden birisiniz. Geçtiğimiz günlerde Tekwando
Federasyonu Başkanı Sayın Metin Şahin’in, Federasyon Kurulu Üyeliği teklifini
kabul ettiniz. Bununla ilgili faaliyetleriniz hangi aşamada?..
- Hani derler ya “on parmağında on marifet”. Cüneyt Bey bu tarif size “cuk” diye oturuyor deyim yerindeyse. Birincisini
İzmir’de açtığınız “Kuzenler Resim
Sergisi”nin ikincisini de geçtiğimiz aylarda doğum yeriniz olan
Eskişehir’de açtınız. Resme merakınız nereden geliyor? Hangi tür resimler
çiziyorsunuz?..
- Geçmiş yıllardaki örnekler, sanatçıların siyasette uzun
soluklu olamadıklarını gösteriyor. Sizin de bir partinin (ANAP) milletvekili
adaylığı ile başlayan “siyasetin içinde” olma serüveniniz, ardından da “sağ”dan “sol”a kayarak “oyumuz
İşçi Partisi”ne kampanyasına destek
vererek sürüyordu. Memleketiniz Eskişehir’de milletvekili seçimlerinde ise
Fahrettin Cüreklibatır sanki yıllar öncesinin hıncını alırcasına Cüneyt Arkın’a
bir siyasi mağlubiyet yaşatıyordu. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?..
- Asırlarca dünyaya hüküm sürmüş bir
neslin evlatlarıyız. Onlardan bizlere miras kalan tarihi ve kültürel değerlere
yeterince sahip çıkabiliyor muyuz?..
- Türkiye’nin tapusu niteliğini taşıyan İstanbul’un “Bizanslaştırılma”
faaliyetlerine ne diyorsunuz?..
- Ekonomik ve kültürel kimlik
bunalımıyla cedelleşen Türkiye nereye koşuyor?..
- Erbakan, Demirel ve Ecevit Türk siyasi hayatının içinde
yer alan üç önemli şahsiyet. Net ifadelerle tahlillerini yaparsanız, bize
söyleyecekleriniz somut olarak nelerdir?..
- 54. Hükümet döneminde hayata
geçirilen Müslüman coğrafyanın kurtuluş projesi D-8’ler, bütün olumlu
gelişmelere rağmen, sonraki hükümetler tarafından buzdolabına konuldu. Bu
gelişmelere nasıl bakıyorsunuz?..
- Tescilli “Hristiyan Kulübü”, AB’ye girmek için atılmadık
takla kalmadı. Batı’ya özenmekten kendimizi unuttuk adeta. Biz Kurtuluş
Savaşı’nı kime karşı ve niçin yaptık? AB, sürecinin sonunu nasıl görüyorsunuz?..
- Kıbrıs üzerinde büyük oyunlar
oynanıyor. Son dönemde verilen tavizlerle Kıbrıs, adeta “Kurt Kapanı”na düşürüldü. Bu oyunları bozacak bir siyasi kabiliyet
neden geliştiremiyoruz?..
- Sözde Ermeni soykırımı iddialarının
alevlendirilmesinin amacı ne?..
- Emperyalist ABD’nin ve yandaşlarının Irak’ı işgalini
nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Türkiye dışarıdan ekonomik olarak
kıskaca alınırken, içeride de yolsuzluklar ayyuka çıktı? Bu noktalara nasıl
gelindi?..
*
Efendim sizlere yöneltmeyi düşündüğüm
sorular bunlardan ibaret. Şayet uygun görürseniz en yakın zamanda sizlerle
görüşmeyi talep ediyorum. Sizin nezdinizde Betül hanım ve Kaan Polat beye selamlarımı
arz ediyorum. (Bu sorulara yaklaşık 18
yıl önce cevap aramıştım. Bazı sorular maalesef hâlâ güncelliğini
koruyor.)
*
Rahmetli Cüneyt Arkın’dan röportaj
talebinde bulunmamın üzerinden yaklaşık 18 yıl geçmiş. Ömür su misâli, akıp
gidiyor... Rabbim kendisine rahmet, sevenlerine sabr-ı cemil ihsan eylesin.
***
YÜRÜYORUM, FAKAT UÇAMIYORUM!..
Bu süreçten sonra yıllar yılları
kovaladı, Cüneyt Arkın’ın yaşı kemâle erdi. Bazı projelerde yer almaya devam
ederken sağlık problemleri yaşamaya başladı.
5 Ağustos 2018’de Silivri’deki
yazlığında kalp ve akciğer yetmezliği sebebiyle rahatsızlanan Cüneyt Arkın
hastaneye kaldırılmıştı. Yoğun bakım ünitesinde tedavisi yapılan Arkın kısa bir
süre sonra taburcu edilmişti. Bütün müdahalelere rağmen bir türlü tedaviye
cevap vermeyen Arkın bugün tedavi gördüğü hastanede KOAH hastalığı sebebiyle
tedavi görmüştü. Arkın’a sağlık durumunun sorulması üzerine, “Yürüyemiyordum, fizik tedavi oldum. Şimdi
yürüyorum fakat uçamıyorum” cevabıyla herkesi tebessüm ettirmişti.
Arkın, son olarak “Kuruluş Osman” dizisinde sevenleriyle
buluştu. Geçen yıl da Türkiye Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne
layık görülmüş, ödülü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın elinden eşi Betül
Cüreklibatır almıştı.
Vefat etmeden önce kaleme aldığı “Benim Kahramanım Türk Halkıdır” kitabı
Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlanan Arkın, ülkesine ve milletine olan
sevdasının yanında ömrünü verdiği Yeşilçam anılarını anlattı.
İlk evliliğini 1964’te Güler Mocan ile
yapan Cüneyt Arkın’ın bu evliliğinden kızı Filiz doğdu. Bu evliliği kısa süren
Arkın, 1970'te Betül Işıl ile evlendi. Bu evliliğinden de Murat ve Kaan adlı
iki oğlu dünyaya geldi.
Dün evinde kalbinin durması sonucu
hastaneye kaldırılan Arkın, bütün müdahalelere rağmen kurtarılamayarak 85
yaşında hayata gözlerini yumdu. Arkın, 30 Haziran Perşembe günü saat 10.30’da Atatürk
Kültür Merkezi’nde düzenlenecek törenin ardından öğle namazına müteakip Teşvikiye
Camii’nden son yolculuğuna uğurlanacak. Arkın, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda
toprağa verilecek.