Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
29 Haziran 2022

'Dünyayı Kurtaran Adam' Göçtü

Türk sineması denilince eskiden hemen aklımıza Yeşilçam gelirdi… Aradan uzun yıllar geçti; yeni jenerasyon çok bilmez… Biraz da tarihi filmlere düşkünlüğümden galiba, (her ne kadar gerçek tarihimizi yansıtmasa da) 70’li yıllardaki ‘bir Türk dünyaya bedel’ sahnelerinin kahramanlarından Malkoçoğlu ile Yeşilçam’ın kaybolan izini sürüp sizlerle paylaşmak üzere sıvadım kolları; tâ 2000’li yılların başında.

Aman efendim ne netameli bir serüvene talip olmuşum!.. Yılmadım; bekledim sabır ve metanetle!.. Baktım hemen olmuyor, işi soğumaya bıraktım; kim öle kim kala bâbından.

Hey gidi günler hey!..

Düşünmek kolaydı da, bir de anlı şanlı Cüneyt abime ulaşmanın çilesi vardı işin içinde. Önce kitabının yayıncısı Kabalcı Yayınları’na selam verdim. Böyleyken böyle diye… Yayıncısı Mustafa Küpüşoğlu dolambaçlı yolları tarif etmeye başlayınca, “bu beni bozar dedim” ve bu kapıyı yavaşça kapattım. Bir daha girmemek üzere.

Gel zaman git zaman!.. Oğlu Kaan Polat Cüreklibatır’un telefonu geçti elime. Artık kim tutar beni!.. Çevirdim numarayı, heyecanlı heyecanlı anlattım kendisine aklımdan geçenleri. Kaan Polat bey biraz tırsık bir vaziyette ‘abi elini ayağını öpeyim, beni babamla takıştırma’, der gibi bir ses tonu vardı. Fakat sağ olsun, ‘babama durumu ileteyim sonra ben size dönerim’ diyerek kapattı telefonu.

Aradan uzun bir süre geçmesine rağmen Kaan Polat beyden ses seda yok. İşi düşen bendim o beni niye arasındı ki!.. Nezaket kurallarını çiğneyerek aradım bir süre sonra tekrar Kaan Polat beyi. Ihhhh dedi, mııııhhhh dedi ve çareyi evlerinin telefonunu vermekte buldu sonunda.

Eyiii dedim içimden! Kaleleri bir bir fethederek, Malkoçoğlu’na ulaşmaya bir adım daha yaklaştım!.. Aradım Kaan Polat beyin verdiği (0212) 214 .. .. nolu telefonu. Karşıma yardımcıları çıktı, talebimi izah ettim ve Cüneyt beyle görüşmek istediğimi söyledim. “Cüneyt bey şu anda yok, ama hanımı Betül hanım burada” deyince: “Heyyyt len bu iş olacak” dedim içimden...

Betül hanımla merhabalaştıktan sonra rahatsız etme sebebini kısaca izah etmeye çalıştım. Kendileri çok memnun olduklarını ifade ederek, telefon numaramı bırakmamı rica ettiler... Günlerce telefonum çalacak diye bekledim ama, maalesef bir türlü o “zııııırrrr” sesini duymak nasip olmadı. Eeee kolay değildi, “Bir Türk dünyaya bedeli” iliklerimize kadar işleten “Malkoçoğlu” ile görüşmek. O ne kadar görüşmek istemiyorsa, ben de o kadar görüşmek istiyordum kendileriyle... “El mi yaman bey mi yaman” hesabı aradım da aradım. Her arayışımda kâh yardımcıları notumu Cüneyt beyin masasına iliştirdiklerini söylediler, kâh da Betül hanım nezaketle şu anda beyinin çok yoğun olduğunu fakat bu görüşmeyi sağlamak için elinden geleni yapacağını ifade ettiler.

Bir defasında aradığımda karşımdaki sesi tanıdık buldum.

-“Buyrun”, dedi.

-“Efendim ben Cüneyt beyi aramıştım”.

-“Ben onun ağabeyiyim beyefendi. Kendileri yok. Fakat ben sizin notunuzu masasına iliştireceğim” diyerek telefonu kapattı.

Yemiştim!.. Yıllarca bir savaştan diğer savaşa attığı “n’evet, n’olamaz, nayır” naralarıyla kulaklarımızı çınlatan adamın tâ kendisiydi telefonun diğer ucundaki zat-ı muhterem! Adam yıllarca kameralar karşısında rol kesmişti, deneyimliydi bu mevzularda. Ve bu mevzuda da rolünü kıvırmaya çalışıyordu. Fakat, “abi yeme bizi, sen Cüneyt abimizsin” diyemedim...

Tekrar tekrar niye diye bir sorun hele!.. Çünkü o koskoca nam-ı diğer “Malkoçoğlu”ydu. Adamı kıllandırmamak lâzımdı. Ne de olsa onunla yapacağım röportaj ses getirecekti. Teşekkür edip, saygılarımı sunarak kapattım telefonu.

Notumun kendisine iletildiğinde, “bugün müsaitim len!.. Gel de biraz laflayalım” diyeceği günleri hep bekledim, usanmadan!.. Usansam ne olacak ki!.. Adam konuşmuyor işte, zorla mı?.. Yani zorla güzellik olur mu?..

Hani yıllarca gazetecilerden çekmişti. Yine başıma bir şey gelir diye tırsıyor olabilirdi. Bu durumda yeni çareler üretmek lazımdı! Ben de öyle yaptım. Koştum faksın başına. Günlerce çalıştığım Cüneyt Arkın pardon Fahrettin Cüreklibatır dersimi (röportaj sorularımı) 5 A4 sayfası olarak faksladım, ne olur ne olmaz diye de Betül hanımdan aldım teyidimi. Ben ulaşamamıştım ama, sorularım sapasağlam ulaşmıştı hanelerine...

***

CÜNEYT ARKIN’A ÇEKİLEN FAKS

Merhabalar...

Sinema ve kültürel değer açısından önemli bir yere sahip olduğunuzu düşündüğümden, sizinle ilgili küçük bir araştırma yapma gereği duydum. Araştırdıkça ilginç anekdotlara ulaştım. Ve bunları “Millî Gazete” okuyucusuna aktarmanın güzel bir kültürel hatırat olacağı kanısına vardım. Ama size ulaşmak ne mümkün efendim. Önce bir şekilde oğlunuz Kaan Polat beye ulaştım. Israrlı arayışlarım sonucunda ev telefonunu vererek bir şekilde kurtuldu benden! Daha sonra Betül hanımla görüşerek meramımı anlatmayı denedim. Teşekkür ederim, beni nezaket dairesi içinde dinleyip, notumu size ulaştıracağını söyledi. Daha sonraki telefonla size ulaşma çabalarımda sürekli karşıma başkaları çıktı. Ama ümitsizliğe asla düşmedim. Çünkü bu aramalarım sonucunda “Kardeşim, Millî Gazete’ye konuşmak istemiyor” denilmedi. Belki de “NEZAKETSİZLİK” yaparak sizlerden olumlu sonuç almak dileğiyle, sorularımı içeren bu faksı gönderiyorum. Herkesin “Yaşanmış Bir Hikâyesi” var. Efendim, bu faks zannediyorum bir hikâyenin başlangıcı olacak.

Saygı ve selamlar....

*

Nasıl olsa “[email protected]” ileti adresimi de gördü ya!... Sivasi mahlasıyla, yıllarca film setlerinde yermisin yemezmisin, diye evire çevire dövdüğü rahmetli hemşehrim Sivaslı Yadigar Ejder’i aklına düşürmüşümdür bu sayede. Adam dayanamaz artık yumruklarının suyu akar!.. Eski günleri güzel bir yâd eder, beni de evire çevire döver(!) diye aklımdan geçirmeye başladım.

Cüneyt abim çok geçmez film setlerinden (çünkü her aradığımda genelde film setlerinde olduğu söyleniyordu) bir fırsatını bulup bana bir kaç saatini ayırabilirdi artık.

Hatta bir defasında hafif bir yılgınlık emaresi göstererek karşımı çıkan yardımcısına, “Bu Cüneyt abi beni, Yeşilçam’ın figüranlarından kötü etti. Bu notumu önce masasının bir kenarına sonra da kendisine iletmeyi ihmal etmeyin. O bu sözlerin ne anlama geldiğini iyi bilir” diyerek kapatmıştım telefonu.

Film gibi bir serüven değil mi?.. Röportaja gidecekken röportajlık olmuşuz da haberimiz yok! Yerimden kalkmadan, 4 Levent’teki evinin önüne barikat kurmadan tam 2 yıl (2004’ün Temmuz’undan 2006’nın Ağustos’una kadar) sürdü bu telefon trafiği... Pardon bürokrasisi... Kendisinin cep telefonunu neden aramadınız diye sorabilirsiniz. Ha bu noktadan sonra artık sormayın!.. Çünkü kendisi cep telefonu kullanmıyormuş!..

Oysa ben ona çocukluğumuzun kahramanı Malkoçoğlu’nu, Millî Gazete’de çevirdiği filmin anısını, tarihi filmlerde kale burçlarının üzerinden teyyarelerin nasıl geçtiğini, Bebek sahilinde arabasına çarpan garibanı nasıl hastanelik ettiğini, şöhretin nasıl bir şey olduğunu, aldığı ödülleri, atını emanet ettiği seyisin atının üzümlerini nasıl hiç ettiğini, içki ve uyuşturucu seminerlerine sallana sallana nasıl gittiğini velhasıl daha neler neler soracaktım.

*

Benim vaktim nasıl olsa boldu, ama rahmetlininki kısalmıştı!.. Kendi kaybetti!.. Bütün gayretlerime rağmen bunu kestiremedi!.. Hasan Mutlucan’ın(darbelerin türkücüsü) kahramanlık türküleriyle uğurlayacaktık onu, ama nasip işte Malkoçoğlu gibi yaşayıp, arkasından hüngür hüngür ağlatacak bir yazı serdettirmek yerine, tûlât üstadı İsmail Dümbüllü ve meslektaşı Vahi Öz’ün ölümü gibi tebessüm ettiren bir yazı serdettirdi.

Kusura bakmayın bu benim suçum değil, tamamen rahmetlinin sebep olduğu bir durum. İnanmıyorsanız, belirttiğin tarihler arasında evdeki yardımcılarına, Kaan Polat ve Betül hanıma soruverin... Onlar da hafızalarını yoklayınca, acılarına rağmen “eveeet, eveeeet hatırladık...” diyecekler sizlere.

Ne diyelim; artık “canı sağ olsun” diyemeyeceğimize göre, “rûhu şâd olsun” demek düşer bize.

***

BEYAZPERDEYE “GURBET KUŞLARI”YA ATIM ATTI

8 Eylül 1937’de rüzgarın deli deli estiği bir günün zifiri karanlığında Eskişehir’in merkeze bağlı Karaçay köyünde dünyaya gelir. Çocukluğu yoksulluk ve sefalet içinde geçer. Eskişehir Necati Bey İlkokulu’nda başlayan eğitim serüveni, Eskişehir Lisesinde devam eder ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde son bulur...

Cüneyt Arkın’ı, Cemal Süreya’nın anlatımıyla tanımaya çalışalım: “Edebiyat ve şiir meraklısı olan Fahrettin Cüreklibatır’la tanışıklığım, 1957 yılında Eskişehir’de başladı. Bu tanışıklık daha sonra dostluğa dönüşerek İstanbul’da da devam etti. O dönemde yazdığı öykülerden bir kaçını “Pazar Postası”nda yayınlanmasını sağladım. Fahrettin, öyküler yazan ve tiyatroyla ilgilenmek isteyen bir delikanlı. Ama yazgısı sinemaya götürdü onu. Hava Kuvvetleri’nde yedek subaylığını yaparken Halit Refiğ’in dikkatini çekti. Halit Refiğ, “Şafak Bekçileri” adlı filmini çekerken bu yakışıklı asteğmenden de yararlanmak istedi. Ancak yönetmelikler izin vermiyordu buna. Fahrettin, terhis olduktan sonra gidip Halit Refiğ’i buldu ve ilk olarak “Gurbet Kuşları” adlı filminde rol aldı. Fahrettin adının Cüneyt’e nasıl dönüştüğünü de dostu Halit Refiğ’den öğrendim. Gazeteci Vecdi Benderli bulmuş bu adı. “Cüneyt”, Cüneyt Gökçer’in adından, “Arkın” da Ramazan Arkın’ınkinden alınmış.”

Arkın’ın yüreğinden kalemine dökülen, “kınalı anası dertli / bu adam hiç mi adam olmayacak / babası gibi ölürken / bütün hâtıralarını götürecek...” dizeleri bütün yaşanmışlıklarıyla benlikleri derinden etkilerken, onun “yıkılmadım ayaktayım” dercesine topluma miras bıraktığı “Yaşanmış Hikâyeler” dilden dile dolaşmaya devam ediyor.

***

ADINI UNUTAN ADAM: CÜNEYT ARKIN

Nâm-ı diğer Fahrettin Cüreklibatır, sinemaya bir derginin açtığı yarışmayı (1964) kazanıp “Yeşilçam”a dahil oldu. Artık doktor Fahrettin Cüreklibatır ölmüş, onun küllerinden “artist” Cüneyt Arkın doğmuştu.

Oynadığı tarihî, karate ve polisiye filmleriyle seyircinin gözünü doldurarak “Yeşilçam”ın zirvesine koşmaya başladı. Cüneyt Arkın’ın çevirdiği tarihî filmlerden “Malkoçoğlu”, “Kara Murat”, “Battal Gazi” hâlâ günümüzde bile büyük heyecanla izleniyor. Oyunculukta kendisini kanıtlayan Arkın, 1976 yılında “Şahin” filmiyle ilk yönetmenlik denemesini gerçekleştirdi. 1974’lerde Yeşilçam’ın üzerine çöreklenen kirli havanın etkisiyle arayışa giren Arkın, ülkedeki politizasyon sonucu siyasal ve solcu filmlere yöneldi. “Vatandaş Rıza” ile sosyal haksızlıklara kafa tuttu. Baktı ki, işler karışık, bu sefer de “Dünyayı Kurtaran Adam” olmaya karar verdi. Ve “Dünyayı Kurtaran Adam”la, dünya çapında bir kült filmin bilim-kurgusal fantezi içerikli aktörü olmayı başardı. O, 400’ün üzerinde filme (oyuncu, yönetmen, senarist vs...) oynayan “artist” olarak tarihe geçmeyi alnının akıyla çoktan hak etmişti. 1980’li yılların sonunda “beyazcam”a mağlup olan “Yeşilçam”la birlikte Arkın’ın da boynu bükülmüştü. Ama o, “Malkoçoğlu”ydu. Yenilgi ona tersti. Sinemanın onu ya da onun sinemayı unuttuğu günlerde “Babacan”la birlikte TV’ye adım attı. Çeşitli reklam ve dizi filmlerinde oynadı. Ve bir gün şöyle arkasına dönüp baktığında “Adını Unutan Adam”ı gördü. Kalemini aldı, hayat sahnesindeki olayları; yani kendini, yani hüznü, yani acıyı, yani gülümsemeyi not düştü kitabına. (Kabalcı Yayınevi, 2001)

Arkın, şimdi 68 yaşında. (Benim röportaj talebim olduğu tarihte) Resim çiziyor, konferanslara katılıyor. Bizden bu kadar tüyo yeter. Geri kalan kısmı kendi ağzından dinlemeye ne dersiniz?!.. (Kusura bakmayın sözün bittiği yerdeyiz. Bu artık mümkün değil.)

Rahmetli Cüneyt Arkın’dan röportaj talebinde bulunmamın üzerinden yaklaşık 18 yıl geçmiş. Ömür su misâli, akıp gidiyor... Rabbim kendisine rahmet, sevenlerine sabr-ı cemil ihsan eylesin.

*

RAHMETLİ CÜNEYT ARKIN’A ŞU SORULARI SORACAKTIM….

Rahmetli ile görüşme imkânım olsaydı şu soruları soracaktım. Kendisine soramadığım, fakat çoğunun muhtemel cevabını bildiğim bu soruları hiç değilse siz okuyucularımla paylaşayım dedim. Çünkü içimde ukde kaldı. Sakın bu soruların cevabını fazla merak edip ısrar etmeyin!.. Yapacak bir şey yok, o şimdi rahmeti rahmana kavuştu. Bu kadarla iktifa edin lütfen.

En azından benimkisi ağaçla yapılan röportaj kadar absürt değil. Bazı soruların cevabı kendi içinde, fakat cevapsızlar için yapacak bir şey yok artık. İşte rahmetliye “soracaktım, soramadım” dediğim sorular...

- Bizim çocukluğumuzun ütopyası “Malkoçoğlu” İstanbul Tıp Fakültesi’nden doktor olarak mezun olup hastalarına derman olacakken, bir derginin açtığı (artistlik) yarışması Fahrettin Cüreklibatır’un mesleki kaderini değiştirir. Efendim, hayatınızın değişmesine sebep olan bu hadise nasıl gelişti isterseniz oradan başlayalım...

- Hayatınızdaki bu değişiklikten sonra Cüneyt Arkın’ın, Fahrettin Cüreklibatır’un hayallerini alıp götürdü bir anlamda. Bazen bunları derinlemesine irdeleyip iki isim arasındaki polemiklerden çıkan bir hesaplaşmanın içine girdiğiniz oldu mu hiç?..

- Hani denilir ya; “Şöhret afettir.” Bakın neler yaptırıyor insana. Sizin de tecrübe ettiğiniz gibi insanın en önemli kimliği “ismini” değiştirtiyor...

(Takma isim hastalığının genel olarak sinema sanatçılarında yaygın olduğu kanısı hakimdir. Oysa bu iş biraz irdelendiğinde hadisenin hiç de öyle olmadığı göze çarpar. Aslında bu çığırı açanların başında “edebiyat dünyası”nın ünlü ismi Nâzım Hikmet Ran olduğunu söylesek çok da yanlış olmaz. Çünkü yerli sinemada ilk takma isim kullanan kişi Nâzım Hikmet’tir. 1930-1940 yılları arasında sinemayla iç içe olan Nâzım Hikmet, o dönemin en önemli yönetmenlerinden birisi olan Muhsin Ertuğrul’a asistanlık yapmış ve ona çok sayıda senaryo yazmıştır. Hatta “Güneşe Doğru” isimli bir de film çekmiştir. Nâzım Hikmet’in, Muhsin Ertuğrul’a yazdığı senaryolarda kullandığı takma isimlerden birisi Ercüment Er’dir. Takma isim kullanan ünlü edebiyatçılarımız sadece Nâzım Hikmet’le kalmamış bu ekolü Attila İlhan; Ali Kaptanoğlu, Kemal Tahir; Murat Aşkın gibi bir çok edebiyatçımız devam ettirmiştir. Edebiyatçıların kimlik gizlime nedenlerinin başında, her ortamda burun kıvırdıkları Türk sinemasında afişe olmamak gelir. Şöhreti yakalayan sinema oyuncularının çoğu ilk iş olarak “edebiyatçıların yaptığı gibi” isimlerini değiştirmek olmuş. Mesela; Atıf Terzioğlu – Atıf Kaplan, Ayhan Işıyan-Ayhan Işık, Aysel Kısa-Muhterem Nur, Kirkor Cezveciyon-Kenan Pars, Yılmaz Pütün-Yılmaz Güney, Bumin Gaffar Çıtanak-Fikret Hakan, Turan Bayburt-Ferdi Tayfur, Hatice Kökçü-Neriman Köksal, Nusret Ersöz-Serdar Gökhan, Tarık Üreğil-Tarık Akan, Uğur Fidan-Bulut Aras, Rujdan Tezcan-Murat Soydan, Veysel İnce-Aytaç Arman vs... bu listeyi sonlandırmaya bizim sütunlarımız yetmez. Uzar da uzar...)

- Siz bu isim değiştirme serüvenini yaşayanlardan sadece birisiniz. Yüzünüzü Yeşilçam’a çevirdiğinizde Fahrettin Cüreklibatır’un Cüneyt Arkın’la bir yüzleşmesi-hesaplaşması oldu mu?...

- 1964’lü yıllarda şöhrete adım adım tırmanırken isminizi değiştirmeniz yakınlarınız tarafından nasıl karşılandı?..

- Beyazperdeye adım atışınızla birlikte hayatınızda değişen en önemli 3 + ve 3 - nedir?.. Bunları birer cümle ile ifadelendirebilir misiniz?

- İlk oynadığınız filmin ismi ve içeriği neydi?..

- Şöhret olduktan sonra başınızın döndüğünü “Adını Unutan Adam” isimli kitabınızda açık açık ifade ediyorsunuz. Seyircinizin gözünde kahramanlaşırken, normal hayatınızda; içki, kumar gibi birtakım kötü alışkanlıklara sürüklenmenizin sebebi nedir?..

- 1970’li yılların ortaları hem sizin hem de Yeşilçam’ın en şaşaalı günleri diyebilir miyiz? Çünkü bakıyoruz, sizin yerinizi pekiştiren Malkoçoğlu, Battal Gazi, Melik Şah, Kara Murat, Selahattin Eyyubi gibi filmler bu döneme rastlıyor...

- Tarihi filmlerle bir döneme ışık tuttunuz. “Bir Türkün dünyaya bedel” olma gururunu sizin filmlerinizle yaşadık. Sizinle birlikte kah Fatih’in Fedaisi olduk, kah Osmanlının akıncıları. Şimdi gözünüzü yumup şöyle o günlere gitseniz bu tarihi filmlerden hangi anekdotları aktarırsınız bize?..

- Aslında milliyetçi unsurları taşıyan filmlerin adamı, ne oldu ise 1976 yılından sonra siyasal ve sol figürlerin ağır bastığı yapıtlara yöneldi. Bunun ilk emaresi, Yavuz Özkan’ın “Maden” filminde Tarık Akan’la birlikte sömürüye direnen işçileri oynamanızdı. Hatta dayanışma ruhundan olsa gerek, 1977’de sansürü protesto etmek amacıyla İstanbul’dan çıkıp Ankara’ya yürüyenlerin arasındaydınız. Hem de yeni yeni tanıştığınız “emekçilik” ruhuyla. Sizi bunlara mecbur eden sebepleri sorguladığımızda nasıl bir cevaba ulaşırız efendim?..

- Bu sürecin en somut adımı “Vatandaş Rıza” filminiz. Bu filmde, sosyal adaletsizliğe karşı çıkalım derken, Taksim-Beyazıt arasında polisle köşe kapmaca hikâyeniz bile var. Hem de ilk filmini çeviren eşiniz Betül hanım da var işin içinde. Efendim, bu hikâyenin sonucunda nasıl bir dram veya komedi yaşadınız?..

- Bildiğimiz kadarıyla İtalya ve İran ortak yapımlarında rol aldınız. Filmlerinizin bir kısmı Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde beğeni topladı. Ama nedense Türk sineması dışa açılma bakımından bir türlü çıkış yolu bulamadı. Bunun sebepleri nelerdi?..

- 1982 yılında yönetmenliğini Çetin İnanç’ın üstlendiği, başrolünü sizin oynadığınız, “Dünyayı Kurtaran Adam” adlı bilim kurgusal fanteziyle, dünya çapında bir kült filmin aktörü olmayı başardınız. Gerçekten bu kadar yankı yapacağını bekliyor muydunuz?..

- “Dünyayı Kurtaran Adam” uluslar arası piyasada dünyanın en kötü 10 filmi arasında gösterildi. Bu durum Hollywood yapımcılarının dikkatini çekti. Hollywood yapımcılarından Globus bu filimle ilgili olarak size bir teklifte bulundu mu?..

- Filmlerinizde Sütçü, Kemoş, Yadigar gibi figüranları acımasızca hırpalardınız. Bu anlamda ilginç bir anınız var mı film setlerinden? Hani eskiden, “Yeşilçam’da Cüneyt Arkın’dan dayak yemeyen figüranları adam yerine koymazlardı” bâbından...

- Efendim, karışıklıklar hep film setinde olmuyor. Şükrü Şengül isimli vatandaş size arabasıyla Bebek sahilinde çarpmış. Hadiseden sonra adamı arabadan aşağıya davet etmişsiniz. Sonrasını sizden dinleyelim...

- Bir de o dönemde bir gazete patronunun projesini reddettiğiniz için, size ambargo konması hadisesi var… Fakat işler daha sonra tersine dönünce sizden özür dileniyor… Bu gazete patronun kim olduğunu ve olayın nasıl tatlıya bağlandığını anlatır mısınız?..

- Türk-İtalyan ortak yapımı bir filmde, yapımcı sizden “baba” bir kavga sahnesi ister. Birkaç hareketten sonra, ayağınızı İtalyan figüranın boynuna bastırırsınız. Adam altta “basta, basta” dedikçe, siz de Allah ne verdiyse adamın boğazına bastırırsınız, olanca gücünüzle. Oysa, “basta; İtalyancada “yeter” demektir. Adamın son halini hatırlıyor musunuz?..

- Bu gibi durumların dil bilmemekten kaynaklandığını “Adını Unutan Adam” kitabında adeta iç geçirerek kaleme almışsınız. Fakat, bugünlerde yaptığınız bir açıklamanızda, “Türk insanlarına yapılan en büyük ihanetlerden birisi de yabancı dil ile yapılan eğitimdir” diyorsunuz. Dün büyük bir “pişmanlık” duyarken, bugün “yabancı dilde eğitim ihanettir” yargısına nereden vardınız?..

- Yanılmıyorsam, uzun soluklu koştuğunuz Yeşilçam sokaklarında 306 filmde oyuncu, 38 filmde yönetmen, 9 filmde yapımcı, 28 filmde senarist, 2 filmde yönetmen yardımcılığı olmak üzere 400’ün üzerinde emeğiniz var. Hem de en çok başrol oynayan artist olarak. Geriye dönüp baktığınızda nasıl bir tablo görüyorsunuz?..

- Efendim, bu kadar yapıt olur da ödül olmaz mı?.. 1972’de “Yaralı Kurt” ile başlayan ödül serüveninizi anlatır mısınız?..

- 1970’li yılların sonunda sinemadan sahneye transfer olmak âdeta gelenek haline gelmişti. Siz de 1980 yılının Ağustos ayında İzmir Fuarı’nda sahneye çıkarak bu kervanda yerinizi aldınız. Fakat sahneden inişiniz hızlı oldu, bu kadar hızlı inişin sebebi neydi acaba?..

- Tarihi ve kahramanlık filmlerini bir kenara bırakırsak, sizin de bir dönemde fazlaca çektiğiniz vurdulu kırdılı filmlerin Türk toplumundaki yansımasını şimdiki bakışınızla nasıl değerlendiriyorsunuz?..

- İsmail Güneş’in “Gülün Bittiği Yer” filminde 12 Eylül döneminde bir gencin başından geçen işkence olayı anlatılıyordu. Bu filmde siz ise bir savcıyı canlandırıyordunuz. Bu filmde size yapılan ilginç eleştirilerden birisi; “yıllardır şiddet dolu filmlerde oynayan kişi, neden şiddet karşıtı bir filmde oynatıldı” idi. Bir oyuncu olarak bu bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?..

- Türk sinema tarihine mal olmuş bir çok repliğiniz var. Mesela; filminizin hüzünlü bir sahnesinde “n’ayır, n’olamaz”, “nalçaklar”... vs. dediğinizde hüznün yerini kahkaha tufanı kaplıyordu. Bu hadisenin arka planında neler var? Bu repliklerle neyi amaçlamıştınız?..

- Tarihi filmlerden birinde “Kahpe Bizans”a karşı amansızca mücadele verirken, hemen arkanızdan bir “uçak” geçiyor. O dönemde uçak filolarımız vardı da, kimsenin haberi yoktu herhalde. Bu benim ilgimi çeken bir hadisedir. Bu nasıl oldu? Buna benzer örnekler var mı şu anda hatırınızda?..

- Efendim, Türk sinemasının en çok başrol oynayan sinema sanatçısı olarak bir çok tarihi ve aksiyon filminde rol aldınız. Başınızdan geçen kaza veya ilginç olaylar var mı? Bunlardan örnekler verebilir misiniz?..

- Tarihi yapıtlarıyla, dinî ve ahlâkî unsurlarıyla, zengin kızın fakir gence olan aşkıyla hayat bulan bir dönem vardı. Bazen güldüren, bazen düşündüren, bazen de başka hayatlara dair verdiği mesajlarla seyircisini hüngür hüngür ağlatan bir Yeşilçam vardı. Bir neslin kendisini bulduğu YEŞİLÇAM’a ne oldu?..

- Aslen Suriyeli bir Müslüman olan Mustafa Akkad (Ürdün’de terörist bir saldırı sonucu bulunduğu otelde önce kızını kaybetti, ardından da yaralı olarak kaldırıldığı hastanede kan kaybından vefat etti. 11 Kasım 2005), Hollywood film piyasasının Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hayatını filme çekeceklerini haber alınca âdeta şok oldu. Hemen çözüm üretmek için kolları sıvadı. Çekim için araştırmalara başladı. Beğenmediğimiz(!) Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin desteğiyle “Çağrı” filmini çekti. Hemen ardından “Çöl Aslanı Ömer Muhtar”ı çekti. İslâm dünyasında büyük yankı uyandıran bu filmlerle yaklaşık uzun yıllardır idare ediyoruz hâlâ. Akkad, bu heyecanı Selahaddin Eyyubi ve Fatih Sultan Mehmet filmleriyle pekiştirmek istediğinde, her şeye pekâlâ para bulan çevreler, ne hikmetse sus pus oluyor. Oysa İstanbul’un Fethi’nin hazzını tekrar tekrar yaşamak hiçbir şeyle ölçülemez. Amerikalılar “Gladyatör”ü, “Truva”yı çekiyor, “İskender”i çekiyor, “Cennetin Krallığı”nı çekiyor. Biz ise herkesin gıpta ile baktığı tarihimizi küllendiriyoruz.

- Bizim çok zengin bir tarihi kültür ve misyonumuz olmasına rağmen adeta geçmişimizden bilinçsizce intikam alıyoruz. Oysa tarihsel argümanlarımız kucağını açmış bizi bekliyor. Mesela; Selahaddin Eyyubi, Fatih Sultan Mehmed’in hayatları dünya sinemalarında “perde” dese, hem ülkemizin tanıtımına, hem de kültürel kimliğimizin canlanması adına güzel bir hamle olmaz mı, Hollywood’a meydan okurcasına...

- Beyazcamdaki dönüşüme sizlerin de dahil olduğunu görüyoruz. Önce, bir TV’de “Babacan” programı yaptınız. Daha sonra, “Doktorlar”, “Polis”, “Merhamet”, “Zirvedekiler”, “Bizim Ev”, “Karate Can”, “Serseri” ve “Köpek” dizilerinde rol aldınız. (Bu arada reklam filmleri de var) Aslında bu dönüşümü şöyle dile getirsek yanlış olur mu; “Yeşilçam, TV’ye mağlup oldu...”

- Efendim, Kabalcı Yayınları arasında çıkan “Adını Unutan Adam” isimli bir de kitabınız var. Uzunca süren bir çalışmanın ürünü olduğu hissi veriyor insana, okurken... Kitabın adı bizi tâ 1964’lere, yani Fahrettin Cüreklibatır’la Cüneyt Arkın’ın hesaplaşmasının başladığı noktaya götürüyor. Acaba yanıldık mı Cüneyt bey?..

- Hatta zaman zaman kitabınızın bazı bölümlerinde ironi yapmaktan da haz aldığınız belli oluyor. Mesela; “Dünyayı kurtardık ama patronu batırdık” yaklaşımı bunlardan sadece bir örnek...

- Okumaya meraklı olduğunuz, “Okumayan insan çorak bir topraktır, hiçbir şey veremez” açıklamanızdan belli oluyor. Hangi tür kitaplar ilginizi çeker, kimleri okursunuz?..

- Son yıllarda birtakım basının da şişirmesiyle bazı aydın(!) yazarlar piyasaya angaje edildi. Mesela; sapkınlığı “aşk” kavramıyla millete yutturan Ahmet Altan bir taraftan “aranan yazar” kategorisine konulurken, diğer taraftan son günlerde “Biz, bir milyon Ermeni’yi, otuz bin Kürt’ü öldürdük” saçmalığına maruz kaldığımız Orhan Pamuk başımızın tâcı edilmeye çalışılıyor. Memleket bu aydın(!)larla nereye götürülmeye çalışılıyor?..

- Sizi son yıllarda daha fazla sosyal aktivitelerin içinde görüyoruz. Özellikle içki ve uyuşturucu konusunda seminerler veriyorsunuz. Bu bilincin oluşmasında neler etkili oldu? Bu anlamda gençliğin durumunu nasıl görüyorsunuz?

- İlerleyen yaşınıza rağmen dinç kalmamın yolunun spordan geçtiğini en iyi bilenlerden birisiniz. Geçtiğimiz günlerde Tekwando Federasyonu Başkanı Sayın Metin Şahin’in, Federasyon Kurulu Üyeliği teklifini kabul ettiniz. Bununla ilgili faaliyetleriniz hangi aşamada?..

- Hani derler ya “on parmağında on marifet”. Cüneyt Bey bu tarif size “cuk” diye oturuyor deyim yerindeyse. Birincisini İzmir’de açtığınız “Kuzenler Resim Sergisi”nin ikincisini de geçtiğimiz aylarda doğum yeriniz olan Eskişehir’de açtınız. Resme merakınız nereden geliyor? Hangi tür resimler çiziyorsunuz?..

- Geçmiş yıllardaki örnekler, sanatçıların siyasette uzun soluklu olamadıklarını gösteriyor. Sizin de bir partinin (ANAP) milletvekili adaylığı ile başlayan “siyasetin içinde” olma serüveniniz, ardından da “sağ”dan “sol”a kayarak “oyumuz İşçi Partisi”ne kampanyasına destek vererek sürüyordu. Memleketiniz Eskişehir’de milletvekili seçimlerinde ise Fahrettin Cüreklibatır sanki yıllar öncesinin hıncını alırcasına Cüneyt Arkın’a bir siyasi mağlubiyet yaşatıyordu. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?..

- Asırlarca dünyaya hüküm sürmüş bir neslin evlatlarıyız. Onlardan bizlere miras kalan tarihi ve kültürel değerlere yeterince sahip çıkabiliyor muyuz?..

- Türkiye’nin tapusu niteliğini taşıyan İstanbul’un “Bizanslaştırılma” faaliyetlerine ne diyorsunuz?..

- Ekonomik ve kültürel kimlik bunalımıyla cedelleşen Türkiye nereye koşuyor?..

- Erbakan, Demirel ve Ecevit Türk siyasi hayatının içinde yer alan üç önemli şahsiyet. Net ifadelerle tahlillerini yaparsanız, bize söyleyecekleriniz somut olarak nelerdir?..

- 54. Hükümet döneminde hayata geçirilen Müslüman coğrafyanın kurtuluş projesi D-8’ler, bütün olumlu gelişmelere rağmen, sonraki hükümetler tarafından buzdolabına konuldu. Bu gelişmelere nasıl bakıyorsunuz?..

- Tescilli “Hristiyan Kulübü”, AB’ye girmek için atılmadık takla kalmadı. Batı’ya özenmekten kendimizi unuttuk adeta. Biz Kurtuluş Savaşı’nı kime karşı ve niçin yaptık? AB, sürecinin sonunu nasıl görüyorsunuz?..

- Kıbrıs üzerinde büyük oyunlar oynanıyor. Son dönemde verilen tavizlerle Kıbrıs, adeta “Kurt Kapanı”na düşürüldü. Bu oyunları bozacak bir siyasi kabiliyet neden geliştiremiyoruz?..

- Sözde Ermeni soykırımı iddialarının alevlendirilmesinin amacı ne?..

- Emperyalist ABD’nin ve yandaşlarının Irak’ı işgalini nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Türkiye dışarıdan ekonomik olarak kıskaca alınırken, içeride de yolsuzluklar ayyuka çıktı? Bu noktalara nasıl gelindi?..

*

Efendim sizlere yöneltmeyi düşündüğüm sorular bunlardan ibaret. Şayet uygun görürseniz en yakın zamanda sizlerle görüşmeyi talep ediyorum. Sizin nezdinizde Betül hanım ve Kaan Polat beye selamlarımı arz ediyorum. (Bu sorulara yaklaşık 18 yıl önce cevap aramıştım. Bazı sorular maalesef hâlâ güncelliğini koruyor.)

*

Rahmetli Cüneyt Arkın’dan röportaj talebinde bulunmamın üzerinden yaklaşık 18 yıl geçmiş. Ömür su misâli, akıp gidiyor... Rabbim kendisine rahmet, sevenlerine sabr-ı cemil ihsan eylesin.

***

YÜRÜYORUM, FAKAT UÇAMIYORUM!..

Bu süreçten sonra yıllar yılları kovaladı, Cüneyt Arkın’ın yaşı kemâle erdi. Bazı projelerde yer almaya devam ederken sağlık problemleri yaşamaya başladı.

5 Ağustos 2018’de Silivri’deki yazlığında kalp ve akciğer yetmezliği sebebiyle rahatsızlanan Cüneyt Arkın hastaneye kaldırılmıştı. Yoğun bakım ünitesinde tedavisi yapılan Arkın kısa bir süre sonra taburcu edilmişti. Bütün müdahalelere rağmen bir türlü tedaviye cevap vermeyen Arkın bugün tedavi gördüğü hastanede KOAH hastalığı sebebiyle tedavi görmüştü. Arkın’a sağlık durumunun sorulması üzerine, “Yürüyemiyordum, fizik tedavi oldum. Şimdi yürüyorum fakat uçamıyorum” cevabıyla herkesi tebessüm ettirmişti.

Arkın, son olarak “Kuruluş Osman” dizisinde sevenleriyle buluştu. Geçen yıl da Türkiye Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık görülmüş, ödülü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın elinden eşi Betül Cüreklibatır almıştı.

Vefat etmeden önce kaleme aldığı “Benim Kahramanım Türk Halkıdır” kitabı Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlanan Arkın, ülkesine ve milletine olan sevdasının yanında ömrünü verdiği Yeşilçam anılarını anlattı.

İlk evliliğini 1964’te Güler Mocan ile yapan Cüneyt Arkın’ın bu evliliğinden kızı Filiz doğdu. Bu evliliği kısa süren Arkın, 1970'te Betül Işıl ile evlendi. Bu evliliğinden de Murat ve Kaan adlı iki oğlu dünyaya geldi.

Dün evinde kalbinin durması sonucu hastaneye kaldırılan Arkın, bütün müdahalelere rağmen kurtarılamayarak 85 yaşında hayata gözlerini yumdu. Arkın, 30 Haziran Perşembe günü saat 10.30’da Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenecek törenin ardından öğle namazına müteakip Teşvikiye Camii’nden son yolculuğuna uğurlanacak. Arkın, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verilecek.