Dünyanın taziyesi
Dünya narkozla uyutulmuş bir halde müşahede altında. Canı acıyor ve acısından sinir uçlarını hissetmiyor artık. Beyin ile sinir sistemi arasındaki uçurum gün geçtikçe açılıyor ve sinir uçlarına dokunanın ne olduğunu fark edemez bir şekilde yoğun bakım altında can vereceği günü bekliyor. Ölümün kurtuluş reçetesi olduğunu kabul etmek gibi amansız bir hastalığın pençesinde yaşamın güzelliğine dair temelsiz tezler savuruyor. Dünya bugün diyet derdinde bitkisel bir hayatı sağlıklı yaşam olarak gördüğünden beri hepimiz bitkisel hayatta yaşar gibiyiz. Her ne kadar gözümüz açık gibi görünse de şuurumuz kapalı bir halde tüm olan biteni sadece izliyoruz.
Teknolojinin
umut diye görüldüğü yerde her yanımız ekranlarla çevrili olduğundan izlemekten
başka da çaremiz kalmıyor. İzlemeye o kadar alıştık ki ekranda gördüklerimizi bir
film sahnesinden ibaret zannediyoruz. Haberleri arkası yarın dizi formatında
takip ediyoruz. Ölümleri bilgisayar oyunu gibi görüyoruz. Şehirler
bombalanıyor, insanlar hunharca katlediliyor, haber kanalları reyting derdinde,
sistem kendi dişlilerinin düzgün çalıştığının keyfinde, kapitalizm kasasına
giren paraları sayıyor, biz ise bizden olmayan acıların rahatlığında konfor
dairemizde afili sözlerle durumu özetliyoruz.
Kapitalizmin
dünyayı işgalinin insanlığın yok oluşunu hızlandırdığını fark edemiyoruz. Kültürel
şoklarla özümüze yabancı bir halde reklam arası ölümler yaşıyoruz. Ölmekle
kalmıyor, aynı zamanda çürüyoruz. Kokuşmuş halimizi modanın günlük trendleriyle
gizleyince cesedimiz daha yakışıklı oluyor. Öyle olunca da kendimizi daha
çağdaş hissediyoruz. Lakin ölen sadece biz olmuyoruz, can çekişen insanlığının
feryatlarına da kulak tıkıyoruz.
Duyulmayan
feryat, kulak tıkanan çığlık bizi de yok ediyor. Yok olan insanlık ölen
dünyanın hakikatine kapı aralıyor. İnsanlığın yararına diye dayatılan bilimin
merhametten ve vicdandan yoksun bırakılmasını medeniyet diye kabul ettiğimiz
gün yitirdik bütün savaşları. Savaşmaya dahi cesaretimiz kalmadı. Gün be gün
bir parçamızı asimile ettiler. Ölümlere alışınca da işgal daha da genişledi ve
bize sadece her şeye ve her duruma alışmak kaldı.
100 km ötemizde
bir kadim şehir bombalanıyor ve biz hala ölenlerin kimlik tespitiyle meşgulüz.
Ölenlerin insan oldukları hakikatinden uzaklaşarak ırklarına, mezheplerine,
ideolojilerine bakıyoruz. Haklı mı haksız mı olduğuna bakmaksızın öldürenin ve
öldürmenin geçerli sebepleri üzerine tezler savuruyoruz. Sonra da komşuda çıkan
yangını söndürmek yerine yangına nazır selfie çekilmekle meşgul oluyoruz.
Lübnan bugün
bombalanmaya başlamadı, dün Gazze bombalanırken tüm dünya sessiz kaldığı için
Lübnan da, Suriye de, İran da, Mısır da, Türkiye de, Almanya da, Japonya da,
Amerika da bombalandı. Her düşen bomba düştüğü yeri yakarken yüreğimizi yakmadığı
müddetçe her gün bombalanıyoruz. Sonra da ölenlerin kimlik tespitini yapmak
düşüyor payımıza.
Bir tarih
vermeye kalktığımızda hep bir ağızdan 7 Ekim diyoruz. Lakin Filistin 1948’ten
beri, insanlık ise Kabil’den beri öldürülmeye devam ediyor. Dünyanın ve
insanlığın kurtuluşu için hak ile batılın savaşında vicdan sahiplerinin varlığı
ve tarafı seyri belirleyecektir. Son bir yılda sadece Gazze’de çoğunluğu çocuk
ve kadınlardan oluşan 40 binin üzerinde sivil katledildi. Bu soykırıma dur
demeyen dünya kendi ölümüne davetiye çıkarmaktan başka bir şey yapmıyor.
Adına birleşmiş
milletler denilen lakin toplantıdan toplantıya birleşen ve etkisiz eleman
konumuna düşen bir sistemden medet umarken ölenlerin ırkları üzerinden
kurduğumuz cümleleri süslü ve haklı göstermeye çalışınca hiçbir sorunun çözümü,
hiçbir acının merhemi olmuyoruz. Hepimiz bir kurtarıcı bekliyoruz. Ama
hiçbirimiz taşın altına elimizi koymuyoruz. Bugün sadece biz değil bütün dünya
can çekişiyor ve böyle giderse ölecek. Bize de yüreğimize kurduğumuz dünyanın
taziye çadırına gitmek kalacak.