Dolar (USD)
34.06
Euro (EUR)
37.77
Gram Altın
2802.13
BIST 100
9774.49
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

26 Ağustos 2019

Dünyada kalan çığlık

Karadeniz’in Sinop ilinde, ülkemin en mutlu insanlarının yaşadığının söylendiği yerde kaleme alacağım için mutluydum bu yazıyı. Mavi-yeşilin büyüsüne râm olan yolculuğum, bu rüyanın etkisini de yanına alarak şehir müdavimlerinin yüzlerine kenetlenmiş, bu genellemenin sırrını aramıştı uzun uzun. Tabiat-insan ilişkisinden ve tabiatın insan üzerindeki tesirinden yola çıkarak Abdulhak Hamit Tarhan, Cenap Şahabettin, Ahmet Haşim’i yâd edecek, eserlerindeki tabiat resimlerinin nasıl huzurdan hüzünlü bir melodiye terfi ettiğini düşünecektim. Yazık ki şehrin gülümseyen sureti bir kadın çığlığının rengine boyandı. İçimizdeki mavi yeşil kentlere olduğu gibi, ziyâret ettiğimiz mekânlara da kırmızı acılar damladı.

Bu dehşet vakıanın yaşandığı anların bizim insanımızca kaydedilmesi- yani olay cereyan ederken insanımızın mekân içinde bulunması- kayıt esnasında olaya müdahale edilmemesi ve bir anne ile evladın hafızalarda iz bırakacak ayrılıklarının memleketin kanını donduran, gönülleri bir kez daha derin yeis kuyusunun içine atan görüntü ve seslerle sosyal medyada fütursuzca servis edilmesi, çocukların ve gençlerin de bulunduğu ortamlarda yayılmaları ayrı bir başlık altında incelenmesi gereken konu. Yazık ki bu detay(!) toplum olarak geldiğimiz noktanın yani içselleştirmeden ziyade algıya ve sese itibar ettiğimizin acı bir resmi.

İçinde bulunduğumuz dönem; insanın tahammülsüzlüğüne, yazılı, sözlü ve fiili şiddetine, cinnete yol alan yürüyüşüne bilhassa kadın ve çocuk üzerindeki akıl almaz tahakkümüne yakinen şahit. “Modern cahiliye” olarak adlandırabileceğimiz bu çağın insanında, kavimlerin helak sebeplerinin tümüne rastlamak mümkün. Dün şahit olduğum bazı kınama paylaşımlarında merhamet ve nezaket ehli kimi beylerin ezildiğine, satır aralarında kadına verdikleri değeri vurgulama ihtiyacı içerisine girdiklerine, yaşananların Türk toplumundaki beylerin genel tavrını yansıtmadığını arz etme çabalarına rastladım. Açıkçası toplumu güzelleştirmeye çalışan insanların –kınama dışında- bu tutum ve bakış açısı içerisinde olmadıklarını ispat için çaba harcamaları, şiddetten nemalanan, adeta var olmak için kavganın varlığına tutunanların vurdumduymaz tavırları yanında, süreç sorumluluğunu kendi omuzlarında hissetmeleri ve meselenin cinsiyet ayrımcılığına dayandırılmasından rahatsızlık duymaları düşündürücü.

Bu evet, insanî ve vicdani bir durum sorgulamasını gerektiriyor. Evladının önünde eşine kıyan bir babanın şuurundan koptuğu nokta ne ise, evladını sokağa atan yahut öldüren bir annenin vicdanî fonksiyonlardan arınması aynı ruh hâlinin yansımalarıdır. İyi veya kötü, güzel yahut çirkin, meselenin merkezinde kadın ya da erkek değil “insan” vardır fakat bütün bunlar, kadının bu topraklar üzerinde hırpalanmış bir çilenin sözcülüğünü yaptığı gerçeğini değiştiremez. Allah’ın emir ve yasakları tüm insanlığı ihtiva ederken “erkeğin elinin kiri, kadının alnının karası” toplumdaki kalıplaşmış anlayışın bir tezahürüdür. Bugün erkeğin affedilebilen ve üzerinde durulmayan kimi zaafları kadın için tecrit sebebidir. Benim topraklarımda erken çocukluk döneminden itibaren bir kız çocuğuna, edep, hayâ, nezaket ve rikkat gibi güzel hasletler aşılanırken ve çoğunlukla kız çocuklarına sevgi göstermek ar meselesi hâline getirilirken, erkek çocuklar idrak süzgecinden geçmeyen hoyrat anlayışlarca haddinden fazla şımartılır, bebekliklerinden başlayarak pek çoğuna “küçük ağa” muamelesi yapılır. Bu topraklarda, içinde bulunduğu ortam ve şartlar gereği zaten cılız bir sese sahip, genellikle de sessiz kız çocukları layıkıyla benimsenemez. Onlar evlilik hayatına adım attıktan sonra elkızı olacaklardır ve soy, erkek çocuktan yürüyecektir. Bu sebeple evlenirken gelinlikle yolcu edilen kızlara “kefenle çıkasın gittiğin yerden” telkini yapılır. Erkek âsi olduğunda dönemseldir, geçer; kızınsa ailesinin arzusuna rıza göstermemesi ve kendi yolunu çizme çabası-doğru da olsa- baş eğdirir. Kız, evinden çıktıktan sonra da gittiği ailenindir. Ona gidebilecek bir kapısı olmadığı öğretildiği için gittiği yeri kırmamalı, hata yapmamalı, söz getirmemeli, gerekirse “kan kusup kızılcık şerbeti içtim” demelidir fakat ne hikmetse tüm beklentiler ellere gitmiş –genellikle de küçücük yaşlarda hanım edilmiş- kız çocuklarına yöneliktir. Bir kere, sesi içine kaçmıştır, içinde sevilmeye aç ama takdire muhtaç bir çocuk kalmıştır ya onların, kırılmak onlara, yüklenmek daha kolaydır. Doğduğu günden itibaren vakti gelince başkalarının olacak o kız çocuğu, gittiği hanelerde de misafir kalır hep. Hele bir de acılarına şifa üfleyecek, yarım kalmışlıklarına merhem olacak, gerektiğinde bey, gerektiğinde sırdaş, gerektiğinde öğretmenlik misyonu yüklenecek bir eşe tekabül etmemişse ömrünce yarımdır, eğretidir bu topraklarda… Sözlü ya da fiili tacize uğradığında suçlu olan kadın örselenip kırıldığında da mahkûmdur susmaya. Susturulan ve şımartılma korkusuyla anne babaları tarafından sevgiye aç bırakılan çocuklar kadar, gücünü susan ve susturulan kadınlar üzerinden ispatlayan erkekler de zavallıdır. Rahmetli anneannem; “kadının acizi çocuğa, erkeğin acizi de kadına el kaldırır.” derdi. (El kaldırmak görünen anlamının dışında düşünülmelidir.)

Bugün eleştirdiğimiz neslin bizim ellerimizde yetişip şekillendiğini unutmayalım. Çocuklarımıza merhamet, vicdan, incelik, hassasiyet, sorumluluk gibi ihtiyaçların aşısını geç olmadan yapmaya çalışalım. Onlara başka çocukları örnek gösterirken, modelimizin başka anne ve babalar olduğunu hatırımıza getirelim zira çocuklarımız bizim aynamızdır. Yapılacaksa bir kınama, sürecin sorumluluğunu üzerimize alarak ve “nereden başlayalım” diyerek yola koyulalım.

Selam ile

Nuray Alper