Dünya kötüye gidiyor
Her şeyin daha kötüye gittiği bir dünyada yaşıyoruz. Nereden geldiği bilinmeyen olabildiğince yüzeysel, köksüz ama bir o kadar da nobran sayısız tazyikin altında dünya hızlıca irtifa kaybediyor, onunla birlikte insan da insanlık da bulunduğu konumdan aşağı çekiliyor. Bilincin kanatları üzerinde yükselen insanlığın ortak değerleri artık hayatın göz hizasında değil. Felsefenin derinliğinden, sanatın kapsayıcılığından, edebiyatın coşkusundan yükselen müziğin sesi ablak suratların, sert potinlerin çıkardığı gürültü tarafından emiliyor. Güzel şarkılar yerini kaba saba marşlara, ciddi söylemler yerini küçültücü önyargılara, iyi niyetler yerini ölümcül tehditlere bıraktı. İnsanlık yükseldiği yerden hızlıca aşağı, hem de insanın üstüne düşüyor.
Kanonik söylemler devri ne yazık
ki çoktan kapandı. Ne Eflatun ne Aristo ne İbn-i Arabi ne Farabi ne Descartes
ne de hatta Kant’ın insanlık yürüyüşüne çizdiği rotalar kaldı. Büyük bir düşün
tam ortasından uyandırıldık, hep birlikte idam sehpasına yürüyor, yürütülüyoruz.
Hem katil hem kurban hem cellat hem mahkum olarak pusulası şaşmış bir halde,
yorgun argın ama çoğunlukla da şuursuzca dünyanın, devasa evren içindeki o tek
ışığın, tek cennetin yok oluş ateşini yakmak için sıraya girmiş; kimimiz elinde
kibrit, kimimiz o kibriti çakmak için sabırsızca bekleyen irade, kimimiz o
ateşin içine her an atılmaya teşne, kimimiz sıranın kendisine geleceğinin
farkında olmayan ahmak ama hepimiz, hepimiz elbirliğiyle bu büyük yol oluşa
doğru savruluyoruz. Bin emekle, yedi kıta beş iklimden getirilen düşüncelerin
harmanlanmasıyla yetiştirilen bu ağacın, bu insanlık ağacının tek bir kösnül darbeyle
yere düşürülmesine şaşmamalı. Kırk akıllının yükselttiği binanın tek bir deli
tarafından yerle bir olmasından daha doğal ne var? Ve elbette akıllılarımızı
bağlayıp delilerimizi ortaya salınca, vicdanlarımızı susturup öfkelerimizi
püskürtünce dünyanın da yapabileceği bir şey kalmıyor. Bize de kala kala bu
trajedinin son perdesini hüzünlü, şaşkın gözlerle seyretmek kalıyor.
Gözlerimizi dünyanın neresine
çevirsek tarumar olmuş bağlar, bahçelerle karşılaşıyoruz. Afrika’da açlık,
Güney Amerika’da sefalet, Asya’da kaos, Avrupa’da ihanet, Ortadoğu’da ölüm var.
İçinden zehir fışkırtmayan, bünyesinde zehir taşımayan hiçbir insanlık ideali,
hiçbir gelecek stratejisi, hiçbir siyaset pratiği kalmamış. Her santimetre
karesinden zehir fışkırıyor bu siyah taşın. Havası zehirli, rüzgarı zehirli,
toprağı ve suyu zehirli… Düşünceler, duygular, eyleyişler, ilişkiler hepten zehirli…
Zehirli bir dünyanın seyircileri, tanıkları ve failleri olmanın kaçınılmaz
suçluluğunu yaşıyoruz… Hiç kimse rolünün dışına çıkmıyor, hiç kimse bir yerden,
bir noktadan itibaren “artık yeter” deyip tek kişilik bile olsa inisiyatif
almıyor. Uyuşturulmuş ruhlar, hipnotize edilmiş zihinler, gevşetilmiş bedenler
hayatı o küçük dünyalarından ibaret sanarak dünyanın dışına atılacakları,
sıranın kendilerine geleceği günü bekliyor.
Güneş artık batıdan doğuyor. Ve
batıdan doğan güneş ışıtmıyor, ılıtmıyor, yeşertmiyor; tam tersine bütün
yolları karanlığa, üşütmeye, açlığa, sefalete çıkarıyor. Çünkü biz o ışığa,
içimizi aydınlatıp duran o öldürürken bile dirilten, yok edişinde bile incelik
bulunan o buğuya, o kadim bilgelik büyüsüne sahip çıkmadık. Susarak sahip
çıkmadık; vicdanımızın sesine kulak tıkayarak sahip çıkmadık; komşumuz
dövülürken kapıyı içeriden kilitleyerek sahip çıkmadık; tembellik yaparak,
haksızlık, adaletsizlik, liyakatsizlik yaparak veya en azından seyirci kalarak
sahip çıkmadık. Ve en önemlisi de vardığımız yerde, yola çıktığımız yeri
unutarak sahip çıkmadık. Sahip olduklarınıza sahip çıkmazsanız sahip çıkanlar
sahibiniz olurlar. Güneşimizi çalanların peşinden koşmazsak onun ışığını
elbette gözümüzü kör etmek için kullanırlar. Bizi döverlerken bir yumruk da biz
sallamazsak yere düştüğümüzde elbette bin pişmanlıkla “ah şimdi olsa öyle mi
yapardım” diye yazıklanırız. Zulüm, sadece zalimden mi kaynaklanır, mazlumun
hiç suçu yok mudur? Hak gaspı sadece gasp edenin mi eseridir? Hakkı alınan,
çalınanın çaldırmama sorumluluğu yok mudur? Bizi kandırdılar… Belki de
kandırılmak istedik, ha... Buradaysak, böyleysek, eziliyorsak, hırpalanıyorsak,
ayaklar altında çarçur ediliyorsak suçu hep başkalarında, başka yerlerde mi
aramalı? Bütün mağlubiyetlerde “yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır”
dersen yenilgi alışkanlığa dönüşür. Hayır dostlarım, zafer yenilgilerle büyüyen
bir şey değildir, bilenmenin, isyan etmenin, dur demenin, artık vakti geldi
demenin, fatura ödemeye hazır oluşun kardeşidir zafer. Yenilgi asla zaferin
kardeşi olamaz. Dünyanın bütün yenilgilerini toplayın tek bir zafer etmez,
etmeyecek. Açlığa mahkum ediliyorsunuz, öldürülüyorsunuz, aşağılanıyorsunuz,
yok sayılıyorsunuz, kimlikleriniz, kişilikleriniz onların ayakları altında inim
inim inliyor ve ses çıkarmıyorsunuz ve yenilgiden medet umuyorsunuz öyle mi?
Peh! Geçin bunların anam babam, geçin bunları dostum, kardeşim, geçin… Bir
yerde, bir noktada durup “hayır” demeyi bilmeli insan. Düştüğü yerden kalkmalı
ve meydan okumalı ne pahasına olursa olsun. Doğmak bir meydan okumaktır,
yaşamak bir meydan okumaktır, eleştirmek elbette meydan okumaktır ve hayat
kendini sadece meydan okuyanlara teslim
eder. Hayır demeyi bilmeyen bireylere özgürlük kendi kendine gelmez. Hayır
demeyi bilmeyen toplumların kaderi köleliktir, ötesi yok. Onamak kolay, karşı
çıkmak zordur. Yalamak kolay, yutmak zordur. Yalakalık kolay, eleştirmek
zordur. Gelgelim ki dünyayı bu badireden, bu yangın yeri olmaktan kurtaracak
tek kelime de odur: Hayır! Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyanın efendisi
olmasını reddediyorum. Dijitalizmin kitabı öldürmesini reddediyorum! Kötü
idarecilerin mazlum halkları sömürüp soğana çevirmesini reddediyorum!
Hırsızlığı, adaletsizliği, nepotizmi, her türden fikir ırkçılığını
reddediyorum! Kötünün iyiye, kötülüğün iyiliğe galebe çalmasını reddediyorum! Zalim
yöneticilerin dünyayı hapishaneye çevirmesini asla kabul etmeyeceğim! Önce
isyan, sonra onama gelir çünkü.. “La” demeden “illallah” olur mu?