Zin Nureyn Osman (8)
Hz. Osman'ın
(ra) Habeşistan’a hicreti esnasında Hz. Rukayye ‘den doğan Abdullah adındaki
oğlu, Medine'ye hicretin dördüncü yılında bir horozun yüzünü gözünü tırmalaması
sonucunda hastalanarak vefat etti. Abdullah, vefat ettiğinde altı yaşında idi.
(İbn Sa'd, a.g.e., III, 53, 54).
Hicretin
altıncı yılında Müslümanlar, Umre yapmak için Mekke'ye hareket ettiklerinde,
Hz. Osman da onların arasındaydı. Ancak, putperest Mekke yönetimi, Müslümanları
Mekke'ye sokmama kararı almıştı. Bunun üzerine Hudeybiye'de karargâh kuran
Resulullah (sav), müşriklerle diyalog kurarak, maksatlarının yalnızca umre
yapmak olduğunu onlara bildirmek istiyordu.
Dersler
ibretler:
· İmtihan
içinde imtihan.
Mekke’de
zulüm ve işkenceler. Habeşistan’da sıla hasretiyle iki hicret ve derken
Medine’ye hicret. Şimdi yaşanmış nice imtihanlara bir de evlat acısı ekleniyor.
Ancak her sahabe gibi Osman (ra) da bu dünyanın dar-ı imtihan olduğunu en iyi
bilenlerdendi. Dolayısıyla onlar imtihanlara karşı sabretmeyi en iyi
bilenlerdi. Onlar, sabrın kitabını hayatlarıyla yazanlardı. Zira onların önünde
sabır örneği, Muhammed Mustafa (sav) vardı. Nitekim Resulullah'ın (sav)
ashabının başarılarının sırrı, iman imtihanını zirve derecede geçmiş
olmalarındandır.
· Vatan
hasreti, sönmeyen bir kordur, eninde sonunda alevlenir.
Mekke, hemen
her sahabenin burnunda tütüyordu. Acaba bir gün oraya yeniden dönebilecekler
miydi? Kaldı ki, Mekke; sadece sahabeler değil, her bir mümin için de sıladan
öte bir şeydir. Zira orada; adeta dünyanın kalbi ve Nazargâh-ı ilahi olan
Beytullah vardır. Beytullah hasreti, vatan hasretiyle birleşince çok daha ağır
olur. Hatırlayalım, Resulullah (sav) hicret için Mekke'den çıkarken, Kâbe’nin
yanına gelmiş ve ona bakarak şöyle demişti: "Allah'ın yarattığı
şeyler içinde en çok sevdiğim yer sensin. Eğer buranın halkı beni (zorla)
çıkarmasaydı, ben kendiliğimden çıkmazdım." (Heysemi,
Mecmau‘z-Zevâid, 3/283)
· Savaş
tehlikesi dahi, ibadetin terkine mazeret değildir. Umre, Namaz, ya da başka bir
ibadet…
Çok basit
gerekçelerle, namazı, orucu, haccı, zekâtı terk eden gafiller, bu konudaki
nasları tefekkürle okuyup hemen tevbe etmeli ve Allah'a (cc) kulluğun gereğini
yapmalıdırlar. "(Ey Muhammed!) Cephede sen de onların
(mü’minlerin) arasında bulunup da onlara namaz kıldırdığın vakit, içlerinden
bir kısmı seninle beraber namaza dursun. Silâhlarını da yanlarına alsınlar.
Bunlar secdeye vardıklarında (bir rekât kıldıklarında) arkanıza (düşman
karşısına) geçsinler. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, seninle
beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunsunlar, silâhlarını yanlarına alsınlar.
İnkâr edenler arzu ederler ki, silâhlarınızdan ve eşyanızdan bir gafil olsanız
da size ani bir baskın yapsalar. Yağmurdan zahmet çekerseniz, ya da hasta
olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda size bir beis yoktur. Bununla birlikte
ihtiyatlı olun (tedbirinizi alın). Şüphesiz Allah, inkârcılara alçaltıcı bir
azap hazırlamıştır." (Nisâ 4/102) aynı manada hadisi şerifler de
net bir şekilde ifade ediyor ki, savaş esnasında bile namaz terk edilemez.
Hatta mümkünse, namazı cemaatle kılmak bile terk edilmez.
· Asıl
“insan hakları” “inanç” “fikir” ve “düşünce hürriyeti” İslam’dadır.
İslam
düşmanları, bu değerlerin sadece edebiyatını yaparlar. Ancak, acıkınca
taptıkları putlarını yiyen cahiliye müşrikleri gibi, kendi mukaddeslerini
yiyiverirler. İşte ABD, AB, BM vd. devletler veya kuruluşlar. İnsan hakları,
özgürlük, eşitlik vs. değerler, onlar için sadece birer geçim malzemesidir.
Ellerindeki devasa medya gücüyle yavuz hırsız misali hem suçlu hem de güçlü
olmaya devam ediyorlar. Ama onların da hesap verecekleri günler elbette
gelecektir.
· Küfür
cephesinde değişen bir şey yok. İsimler değişse de zulüm ve zorbalık devam
ediyor.
Müslümanlar
asırlar boyunca diğer milletlerin inanç ve ibadethanelerine ilişmemiş, onların
tüm mukaddeslerini teminat altına almıştır. İşte 15 asırdır, hala İslam
diyarında, diğer milletler ayakta kalan ibadethanelerinde, kendi inançlarının gereğini
yaşıyorlar. Asırlık havra ve kiliseleri mevcut ve faal durumdadır. Eğer kimi
yerleri yıkılıp harap oluşsa, sahipsizliktendir. Kaldı ki onların da niceleri
bizzat İslam’ın idarecileri tarafından tahkim ve restore ediliyor. Müslümanlar,
hiçbir zaman fethettikleri yerleri yakıp yıkıp yağmalamamışlardır. Şahsi
hatalar sonucu yaşanmış olan olaylar ise, istisna olup kaideyi bozmazlar.
Ama ne yazık
ki, bu cefakâr ve vefakâr İslam ümmeti, diğer milletlerden aynı adaleti
görmemiştir. Haçlılar veya başka milletler, geldikleri her yeri yakmış, yıkmış
ve talan etmişlerdir. Koca Endülüs medeniyetinin neredeyse tek bir taşını bile
bırakmadılar. Avrupa’nın sair bölgelerinde de aynısını yaptılar. İşte son bir
asırdır, dünyanın gözleri önünde yaşananlar… Afganistan, Azerbaycan, Bosna,
Filistin, Irak, Suriye, Yemen, Libya vd. DEAŞ, vb. çapulculara gelince, onlar
da batılıların vekalet ordularıdır. Onların yaptıkları yıkımlar, İslam’ın
değil, “çağdaş” ve “hümanist” batının defterine yazılıdır.
· Engeller
ne kadar çok, çetin ve zor da olsa, davadan vazgeçmek yok. Sabır, azim ve
sebatla direnişe devam ettiğimiz müddetçe, zafer bizimdir ve istikbal
ilamındır.
İslam, tüm
cihana gönderilmiştir. Dolayısıyla sadece Medine’yle sınırlı kalacak değildi.
Hudeybiye barışıyla sonuçlanan, umre seferi, aslına Mekke’nin fethine bir
hazırlıktır. Ondan sonra da Arap yarımadası ve tüm cihan. O günün yok denecek
kadar kıt imkanlarına rağmen, Resulullah (sav) ve ashabı, bu konuda görevlerini
eksiksiz yaptılar. Asırlarca bu sorumluluğun farkında olan, ulema, ümera ve
ümmetin nüce evlatları da İslam sancağını daha ileriye taşımak için çalıştılar.
Ancak ne yazık ki, imkanlar asrı olan zamanımızda, görev aksatıldı. İslam
sancağı, sancaktarlarını bekliyor.
· İman
varsa, imkân da vardır. Samimi olduktan sonra, insanlar, konuşa konuşa sonunda
anlaşırlar.
Islama ve
onun rahmet peygamberi Resulullah'a (sav) kin ve nefret dolu olan müşrikler, O
ve sahabelerinin umre yapmasına izin vermedirler. Gönderilen ilk elçiyi de
öldürmeye kalkıştılar. Ancak Osman’ın (ra) ferasetli ve hikmetli girişimleri
anlaşmanın ilk adımları oldu.