Dönemler, insanlar, düşünceler
İnsanlık tarihi
kötülüğün olduğu kadar iyiliğin de tarihidir. Karamsarlığın, umudunu yitirişin
olduğu kadar iyimserliğin ve umut kapılarının sonuna kadar açıldığının da
sayısız örnekleri vardır orada. Bu haliyle bize özünden uzaklaşmanın,
yabancılaşmanın olduğu nispette kendini aramanın, bulmanın ve yeniden inşa
etmenin de fırsatlarını sunar. Tıpkı bireysel hayatımızda olduğu gibi kolektif
geçmişimizde de her hatırlayışta yüzümüzü buruşturan zifir karanlık süreçler de
yüreğimizi açan aydınlık dönemler de vardır. Elbette burada inancın, eyleyişin,
hissedişin tarihi birbiriyle bazen iç içe geçerek kendine yol bulmuş, bazen
birbirinden uzak, bazen de birbiriyle temas noktaları kurarak ilerlemiştir. Ama
her durumda özümüzü görebilmenin mutlak ölçüsü duyarlılığın, hissedişin tarihi
olmuştur. Çünkü inanç da irade de son aşamada duyarlılığa dönüştüğünde,
dışarıdan içeri girdiğinde, kana karıştığında amacına ulaşır. Duyguya dönüşmemiş
hiçbir fikrin hayatiyetinden bahsedilemez. Zihinde başlayan yolculuk yüreğe
ulaşmıyorsa bitmemiş demektir. Özün yüzeye, düşüncenin eyleyişe, derin’in
deriye teması son noktayı koyar. Bu, ışığın beyin ile kurduğu ilişkinin gözün
retina tabakasında somutlaşıp görüntüye dönüşmesi gibi bir şeydir ve burada
başlangıçtan beri yaşanan bütün değişimler, ileriye doğru atılan adımlar,
geriye çekilmeler, genişlemeler ve daralmalar hep duyarlılığın mihenk taşıyla
ölçülür. Tarihin altın çağları dediğimiz zaman kastedilen, tek tek her insanın
iç dünyasındaki parlaklığın ışıması, eyleyişin öze uygun biçimde bireyin ve
toplumun incinmeyeceği serbestlikte kendini gerçekleştirme fırsatlarını elde
etmesi, merhametin zulme galebe çalmasıdır. Karanlık çağları dediğimiz zaman
kastedilen ise onun potansiyel varoluşunun kötülük tarafından soğurulması,
eyleyişinin ya kısıtlanması veya büsbütün yok edilerek matlaşması, kuruması,
katılaşması; zihnin önyargıların, hissedişin duyarsızlığın esiri olmasıdır.
Tarihin hem
karanlık hem de aydınlık çağlarının mutlak belirleyicisi o çağın etkilendiği
temel kaynaklardır. Bu kaynaklar kutsal metinler başta olmak üzere beşeriyet
aklından çıkan fikirler, anlayışlar ile hem insan doğasına hem de fiziksel
tabiata ve onun işleyişine yönelik yaklaşımlardan oluşur. İnsanlık tarihi
baştan beri bu kaynakları ya doğru şekilde okumuş, olması gerektiği anlamı
vererek içinden geçtiği süreci aydınlatmış veya yanlış okuyarak karanlığa
gömülmesine sebebiyet vermiştir. Burada bir çağı ötekinden ayıran temel
vurgunun hayatı domine eden referansların doğru mu yoksa yanlış mı anlaşıldığı
kadar onun anlaşılmaya çalışılıp çalışıl(a)madığıdır da. Doğrusunu söylemek
gerekirse bir kültürü ve medeniyeti diğerinden ayıran çizgi tarihin
adaletsizliği ve insafsızlığından ziyade temel kaynaklara birinin diğerinden
daha tutkuyla eğilmesi, yaşanan her sürece birinin diğerinden daha müteyyakkız
adapte oluşudur.
İşte bu teyakkuz
sayesindedir ki Abbasiler ve Endülüs Emevi medeniyetinin ardından Ortaçağ katolisizmine
meydan okuyarak Antik Yunan metinleri üzerinden dünyayı yeniden tanımanın ve
tanımlamanın adı olan Batı aydınlanması kuşkusuz pek çok zafiyetinin yanı sıra
sayısız erdem alanı da inşa etti ve pratiğiyle olmasa da teorik birikimiyle
yeni ufuklar açtı. Aslında bu süreçte üretilmiş olan bilgi sadece üretenlerin
değil tüketenlerin de menfaatine yönlendirilmiş olsa Batı’nın, öteki dünyayı
yönetmesinin aracına dönüştürülmeyip ortak bir insanlık mefkuresine
dönüştürülse dünyayı çok daha farklı bir istikbal bekliyor olacaktı. Bunda hiç
kuşkusuz Batı aydınlanmasının kaynaklarını öteki dünyayı sömürmek için kullanan
kötü niyetli Batılı aydınlar kadar ona muhatap olan kültürlerin önde gelen
figürlerinin o metinleri ya tamamen kendilerini yok edecek kadar sahiplenişi
veya tamamen görmezden gelişi ya da onları kullanarak yeni değerler inşa etme
bilincine hiçbir zaman varamamış olmalarının hatırı sayılır bir yeri vardır. Bugün
insanlığın menfaatine sunulan ve onun hayatını kolaylaştıran hemen her iyi
şeyin ardında o aydınlanmanın belli oranda ruhu olduğunu inkar edemeyiz. Ama
aynı zamanda insanlığın kolektif yıkımının mutlak sorumlularından birinin de o
teoriyi kötülükle buluşturan ve neşteri bıçak olarak kullanan akıl olduğu
gerçeğini de ifade etmeli. Bilgi saf haliyle iyidir. Kötü olan, bilgiyi kötünün
ve kötülüğün amacına matuf hale getirmek, onu zehirlemektir. İşte bu gerçeği
fark eden Tanzimat aklı en azından başlangıçta meseleyi ortaya doğru biçimde
koyarak 19. yüzyılın ilk çeyreğinde Tercüme Odası’nı kurmuştur. Amaç, Batı’nın öteki
dünya karşısındaki gücünü perçinleyen, onu diğerlerine karşı mutlak üstün hale
getiren değerleri Türkiye’ye taşımak, yeni bir zihin kurgusu, yeni bir
duyarlılık yaratmak idi. Son birkaç asırlık tarihimizdeki bütün güzel şeyler
gibi bu da yarıda kaldı. Üç beş çevirinin ardından Tercüme Odası dağıldı,
siyasete odaklanan akıl, bir memleket için medeniyetin, kültürün, sanatın
değerini ıskalayarak tarihi bir fırsatı elinden kaçırdı. Sonraki süreçte
Batı’dan yapılan tercümeler devlet eliyle değil el yordamıyla, müstakil
çevirmenler tarafından yapıldı.
Hasan Ali Yücel,
bu dağınıklığı gidermek için Batı klasiklerinin devlet maharetiyle Türk
okuyucusunun emrine amade kılınması sürecini 1940 yılında yeniden başlattı. 1940’tan
1966 yılına kadar 1247’si Batı, 40’ı Doğu medeniyetine ait olmak üzere 1287
eserin tercümesinin yapılmasına vesile oldu. Öyle sanıyorum ki benim de içinde
olduğum 1970’ler, 80’ler ve 90’lar kuşağının entelektüel birikiminde bu
metinlerin büyük rolü vardır. Doğu’yu ve Batı’yı bu klasikler üzerinden tanıma
ayrıcalığına sahip söz konusu nesiller 2000’li yılların başından itibaren doğru
uygulamalarla Batı aydınlanmasından devşirilen fikirleri yeni sentezlerle özgün
değerlere tahvil edebilirlerdi. Ancak ne olduysa oldu bu nesil
değerlendirilemedi, memleketin elinden bir fırsat daha kaçırıldı. Hep öyleydi
ve yine öyle: Bütün uzmanlık alanları siyasetle ilişkilendirilince siyaset
zehrin ta kendisine dönüşüyor ve o zehir toplumu dolaşarak dönemin ruhunu
kirletiyor, yok ediyor, öldürüyor.