Don Kişot'u Filistin üzerinden anlamak
İnsan hakları ve barış namına en çok slogan atıldığı ve aynı zamanda on yedi bini aşkın kadın ve çocuğun dünyanın gözleri önünde şehit edildiği; uluslararası kurum ve kuruluşların samimiyet sınavlarını hatta meşruiyetlerini ilelebet kaybettiği bir çağın yüzü yere bakan tanıkları olarak hayatımıza devam ediyoruz. Bu tanıklığımızı gün yüzüne çıkartan Filistin, vicdan sahibi Batı halklarıyla beraber, Ülkelerin onurlu duruşunu da ortaya çıkarması bakımından aslında tarihi bir vesika. Üstelik bu vesikanın mührü, boykotun gereklerini dahi yerine getiremeyen kısık sesli Müslümanlara ve Filistin’de ölüm yağdıranları açıkça destekleyen ya da desteğini susarak dile getiren dünyaya aldırış etmeyen bir Avrupalı ülkesi tarafından vuruluyor; İspanya!
Filistin’e en başından bu yana verdiği
destekle öne çıkan eski Sosyal Haklar Bakanı Lone Belarra ile başlayan, en son
Başbakan Sanchez’in Filistin Devleti’nin tanınmasına ilişkin açıklamaları ile
devam eden bu insani duruş, Avrupa’nın ikiyüzlülüğünü bütün dünyaya göstermesi
bakımından oldukça önemli.
Müslüman Ülkelerin hali pür melali
ortadayken İspanya’dan yükselen bu ses, Filistinlilerin haklı davalarını köşeden
sessizce bakanlara nazire edercesine ve küresel ekonomiyi elinde tutan Siyonist
çetelerin tehditlerine aldırış etmeden tüm dünyaya duyurmaya çalışıyor. Bu
durumun Avrupa için umut verici bir gelişme olarak görülemeyeceği, İspanya’nın
yalnızlığından belli olsa da bu insani tavrın yalnızca Filistin için değil tüm
dünya için oldukça önemli olduğu açık bir gerçek.
16. yüzyılda milliyetçiliğin egemen
bir hal almasıyla unutmaya başladığımız bu insani tavrın yeniden gün yüzüne çıkması,
insanın istikbaline dair umut kırıntısı içerse de Filistin’de yaşananlar acı
eşiğimizi oldukça yükseltti ve esasen robotlardan değil onu tasarlayan insandan
korkmamız gerektiğini tekrar hatırlattı.
İspanya’nın bu onurlu tavrında İslam Medeniyetinden
süt emmiş olmasını ve Endülüs’ten Avrupa’nın kıyılarına üflenen ruhun etkisini küçümsememek
gerekiyor. Çünkü İber Yarımadası’na Müslümanlar ayak bastıktan sonra burada kurulan
devletler, zaman içinde ileri derecede medeni seviyeye erişerek Avrupa ile Doğu
arasında önde gelen medeniyetlerden biri oldu. Bu topraklarda doğan medeniyet, Orta
Çağ’ın sonlarına doğru kuzeye doğru yayılarak Avrupa’ya aktarılmış ve oradaki
her türlü gelişmenin temelini oluşturdu. İşte Endülüs Medeniyetinin Avrupa’ya
yaşattığı bu insani dönüşümün önemi günümüzde daha iyi anlaşılıyor.
Kurtuba Medresesi’nden yetişenlerin
torunları olan İspanyollar -oranın ruhunu hala nefes olarak içinde taşıdıkları
için- aradan yüzyıllar geçmesine rağmen ekonomik buhranları, zorlukları,
siyonist tehditleri, görmezden gelerek; siyasi hesap yapmadan ve küresel tefecilere
pabuç bırakmadan Filistin’e kararlı şekilde destek olabiliyor. İşte bu ruhun
oluşmasını ve hatta yüzyıllar sonra ortaya çıkacak şekilde o topraklarda mündemiç
olmasını sağlayan şey elbette İslam’ın ‘eşrefi mahlukat’ fikri ile örülü
medeniyet anlayışıydı.
Haçlı seferleriyle İslâm medeniyetini
yakından tanıyan Avrupalılar, Müslümanların sahip olduğu bu yüksek medeniyetin
nasıl inşa edildiğini merak ede dururlarken Cervantes; Müslümanlarla aynı
ortamda esir değil misafir gibi yaşıyor ve kitabının ilk cümlelerini bu rahatı
elde ettiği Osmanlı topraklarında yazabiliyordu. Tüm dünyada zulüm baş
göstermişken ve engizisyon mahkemeleri kendi insanlarını vahşice öldürürken Cervantes’in
tek endişesi, Müslüman bir devletin elinde esir olmanın verdiği konforlu
hayatın bir gün sona erecek olmasıydı. Don Kişot’un yel değirmenleri özelinde
Batı’nın tüm oluşumlarına karşı mücadele etmesinin sırrı da burada gizli.