Doktor Ferruh Bey
Bir başka duruşu vardı Mehmet Bey’in. Yanındayken suyun verdiği huzuru verirdi size.
Yıllardır uğruyorum ekmek teknesine. Hayatın güzelliklerinden bahsederiz. Çayımızı içtikten sonra sohbeti tadında bırakırız. O tezgahın başına ben de işime giderdim.
Her görüşmemizde yüzündeki sevinci fark ederim. Ayrıldığımdaysa hüzün ve endişeyi görürüm. Merak ettim. Sebebini sordum.
-Ah be hocam! İnsan sevdiğinden ayrılınca bu kadar mı üzülür!
-Buradayım Mehmet Bey bir yere gitmiyorum.
-Yoksa sen de mi gitmek istiyorsun. Vallahi ikinci bir ayrılığı bünyem kaldıramaz. Bak yaşım da ilerledi. Hem iki çift laf edecek kimse de kalmadı.
-Eyvallah!
-Yanlış anla be hocam. Sen de sevdiklerimdensin. Lakin senden önce o vardı. Hiç unutamadım kendisini.
-Ben de onun gibi olsam Allah’tan gayrı ne isterim.
-Olursun Hocam olursun. Her biriniz ayrı bir değerlisiniz.
-Peki kimdir yıllardır unutamadığın bu sevgili? Her karşılaştığımda ayrılığın acısını hissettiren hakiki dost.
-Hocam bir doktor arkadaşım vardı. İyi bir cerrahtı. Halkın içine uğramaktan da geri kalmazdı. Senin gibi gelirdi o da ekmek tekneme. Bir çayımı içerdi ardından giderdi işine.
Bizim neslimiz öyle devlet memurlarıyla pek muhatap olamazdı. Hele bir doktor, bir hakim, bir kaymakam ile hiç olamazdı. Hem onlar azdı işleri çoktu hem de biz korkmuştuk ve onlardan uzaklaştırılmıştık. Ama benim doktorum Ferruh’um öyle değildi be hocam.
Neyse başını fazla ağrıtmayayım. Doktorumun babası ve annesi İstanbul’da yaşıyordu. Kendisi ise buraya yerleşmeyi düşünmüş ve çok sevmişti ilimizi. Derken annesinin vefat haberini aldık. Babası yalnız kaldı. Bir taraftan annenin ayrılığı kendisini üzmüştü diğer taraftan babasının tek başına kalması onu mütereddit bir vaziyete koymuştu. Ne buradan gidebiliyordu ne de İstanbul’dan eli oluyordu. Bir müddet bu meselelerle meşgul olurken bir gün burada kalmaya devam edeceğini işleri de yoluna koyuverdiğini söyledi. Babasına bakacak bir kadın bulmuş ve hayırlı bir netice için dua buyurun demişti. Çok sevinmiştim bu hale. Ben dostumdan ayrılmamıştım o da endişesinden kurtulmuştu. O gün çayı yemekle vs. taçlandırdık.
Ferruh Bey uzun bir zaman burada kaldı ve her defasından da babasına bakan kadından ne kadar razı olduğunu anlatıp durdu. Yine böyle bir gündü. Sonbahardan ilham olan hüzünlü bir gün. Ferruh Bey’in babasının da vefat haberini aldık. Artık hem ögsüz hem de yetimdi. Taziyelerimizi ilettik. Ve elemli günlerin geçmesini bekledik. Babasının vefatının üzerinden haftalar geçmiş ölüm acısı yerini hayatın neşesine bırakmış gibiydi.
Sonbahar soğuğunun ve kışı hatırlatır anların birinde güzel yüzlü doktorum girdi içeriye. Selam verdi ve her zamanki yerine oturdu. Bu defa hali pek garipti. Halvetimiz hazana kalbolacak gibiydi. Çayları söyledim. İşi yamağa teslim ettikten sonra konuşmaya başladık. Titrek bir ses solgun bir simayla yüzüme de bakamayarak;
-Mehmet’cim buradan ayrılmaya karar verdik. İstanbul’a taşınıyoruz.
Kısa bir sessizlik oldu o an. İçimden sanki bir şey akıp gitti. Titredi içim ve konuşamaz hale geldim. Sadece;
-Neden doktorum. Seni İstanbul’la bağlayan bağın kalmadı ki. Annen baban varken gitmedin. Şimdi niye!
-Bak Mehmet. Annem vefat edince babamız için çok endişe ettik. Fakat Allah karşımıza bu kadını çıkardı. Bu kadın annem gibi babama baktı. Babam vefat edince de hem yalnız kaldı hem de yaşlandı. Eşimle karar verdik bu kadını annemiz gibi görmeye ve ona hizmet etmeye. Yerinden de etmek istemedik. Babamın evinde şimdi. Yıllarca babama ve anneme hizmet edemedik ama bu kadına edebilme fırsatımız var. O yaşlı kadının huzuru bozulmasın bizimki önemli değil. Belki sonra yine döneriz buraya.
İşte böyle hocam. O an doktoruma diyecek bir laf bulamadım. Sadece anlından öpüp gelmesine bekledim. O gelmedi. Sen geldin.
-Acayip! Bütün tazim ve teşekkürle o doktorun önünde eğiliyorum. Yaşıyorsa sıhhatli ve imanlı bir ömür ölmüşse de Allah’ın rahmetinin bütün ihtişamıyla üzerine olmasını diliyorum.
-Ha hocam unuttum sana anlatmayı!
-Neyi Mehmet Abi?
-O gece çok acayip bir şey oldu. Eve gittim ve erkenden uyudum. Belki uyku yalnızlığıma ve hüznüme çare olur diye. Sabah namazına kalktım. Daralmıştım. Balkona çıktım bir hava alayım diye. Birden gözüm sokaktaki bir karaltıya takıldı. Dikkatle baktım. Mahallemizin çöpçüsü ile boyacılık yapan bir meczubumuz konuşuyordu. Kulağımı sokağa iyice verdim. Çöpçü meczup boyacıya;
-Ulan Sami bu saatte nereye gidiyorsun.
-Çarşıya çorba içmeye.
-Peki paran var mı?
-Yok ama ayakkabı boyarım.
-Bu saatte kimin ayakkabısını boyayacaksın ki? Daha dükkanlar açılmamış. Hem hava da ağarmamış.
-Ulan deli! Sen Allah’ın işine niye karışıyorsun. O benim rızkımı verir çorba parasını da gönderir.
Bu arada bizim meczup tam ayrılacakken boyacı seslendi ardından;
-Neyse neyse al şu on lirayı çorba iç. Sonra da evine git.
Gözlerim yaşarmıştı o an. Gecenin hüznü ve elemi sabahın bu muhteşem manzarasıyla dağılmıştı. İnanın o çöpçünün verdiği paraya kendisinin ve ailesinin ne kadar muhtaç olduğunu bir bilseydiniz siz de benim yaşadıklarımı yaşardınız. Çünkü tanıyordum.
Bizim insanımızın gönlü bu kadar erdem ve faziletle dolu. Bir taraftan doktorumun asil ve erdemli davranışı hüzünle buradan ayrılışı bir taraftan meczup dedikleri deli boyacı Sami’nin rızka dair saf tevekkülü diğer taraftan çöpçünün onca ihtiyacına rağmen cebindeki parayı tereddütsüz vermesi.
Bütün bunları düşününce biz nasıl bir medeniyet oluşturmuşuz diyorum ve her geçen gün bu medeniyetten uzaklaşmamıza üzülüyorum.