Doğunun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç
Bazen ansızın bir haber gelir ve şahdamarından vurulmuş olursun ve öyle kalakalırsın olduğun yerde. Ne yapacağını bilemez bir halde elinde neyin var ne yoksa her şeyi kaybetmiş olduğun hissi sarıverir ruhunu. O ana kadar bildiğin ne varsa unutmuşsundur ve bir haber yıkıvermiştir dünyanı. Önce soğuk bir şaka sanırsın, kamera nerede dercesine etrafına bakınır lakin durumun ne kadar ciddi olduğunu bir anlık tereddüdünün ardından anlarsın ve işte o an anlarsın en güzel türküyü bir kurşunun söylediğini ve ölülerin niçin yaşadığını… Ve anlarsın evlerde ölümün cesur körfezi olan balkondan çocuk düşmüş ve ölmüştür. Bir akşam ezanı vakti kara bir haber bültenlere düşmüştür: Diriliş Şairi Sezai Karakoç, dünya sürgününü tamamlamış ve En Sevgili’sine kavuşmuştur. Dile kolay, kulağa, kalbe ve dahi ruha ağır bir yüktür bu haber. Monna Rosa işte bugün yalnız kalmıştır. Bütün âşıklar boynu bükük, bütün şairler yastadır bugün.
Biri “Monna
Rosa, siyah güller ak güller” diye başlasa bir şiire hepimiz koro
halinde eşlik ederiz sonraki dizelere istemsizce. İşte öyle kazınmıştır
ruhumuza modern çağın en büyük aşk şiirinin her bir hecesi. Akrostişi arar
ilkin gözlerimiz lakin sonra Peygamber çiçeğinin aydınlığında ararız
bize doğru uzanan çaresiz elleri. Zambakların en ıssız yerlerde açtığını
hiçbir kitap yazmaz belki, ancak bir şiir ancak böyle güzel nakşedebilir
belleğimize. Her aşığın yaşanan bir ölüden farksız olduğunu haykıra haykıra
anlatır bize bir dize: “Anlarsın ölüler niçin yaşarmış.” diyerek.
Üstadın 1952 yılında kaleme aldığı ve yarım asra yakın bir sürede hiçbir yerde
yayınlamamasına rağmen kulaktan kulağa, dilden dile, yürekten yüreğe
söylenegelen bu çağın en büyük aşk şiiri Monna Rosa, hiç şüphe yok ki çoğumuzun
zihninde canlılığını korumaktadır. Gönlündeki Monna Rosa’yı öldürürken kendi de
yaşarken münzevi bir hayatı tercih etmiştir Üstad. 1933 yılında başladığı dünya
sürgünü bir sonbahar akşamı son bulmuş ve En Sevgili’ye kavuşmuştur. Rabbim
rahmetiyle muamele eylesin inşaAllah.
Bir diriliş
aşığı olan Üstad, diriliş neslinin öncüsü olmaya kendini adamış ve fikirlerini
bu yönde olgunlaştırmıştır. Diriliş
Neslinin Amentüsü gençliğin başucu kitabı olacak türdendir. Diriliş
neslinin bir derdi olmalı derdi. Yitik
Cennette ölmeden önce ölmek gerekir derken ruhun her iki cihanda da huzur
içinde yaşaması için nefsin öldürülmesi gerektiğini vurgulardı. Üç beş satırla
onun fikir dünyasını anlatmak aczimizi gizlemeye çalışmaktan başka bir şey
olamaz. Bu çağın en derin ummanlarından biriydi ve şimdi bizi boynu bükük
bırakıp En Sevgili’sine gitti.
Üstad Sezai
Karakoç, siyasetçi, düşünür ve şairliği ile ön plana çıkmış olması ile birlikte
kendisi için “Yüzde on şairsem yüzde doksan düşünürüm.” dese de, biz her
zaman onu bu çağın Şairlerin Şairi olarak anacağız. İsmet Özel’in de dediği gibi
“Sezai
Karakoç, modernleşen Türk şiirimizin en bilge şairidir.”
1951-1988
yılları arasında kaleme aldığı şiirlerini Gündoğmadan
adlı kitabında topladı. İlhan Berk Sezai Karakoç’un çağdaş Türk şiirine özgün
bir ses getirdiğini ifade eder. Türkçeyi kullanmada gayet başarılı olan Üstad,
düşünce ve duygularını şiir yoluyla olabildiğince yalın bir dille aktarmıştır
okura. 1954 yılında daha 21 yaşında iken kaleme aldığı Kapalı Çarşı şiirinde “Sen Cuma gününün hürriyet kadar kutsal
olduğunu anlat onlara” derken o zamanların çalkantılı siyasi döneminde
kendi düşünce dünyasını gayet açık bir duygu ile ifade etmekten geri
durmamıştır. Kim bilir dirilişin ilk meşalesini de o zamanlarda yakmaya
başlamıştır.
Doğunun
Yedinci Oğlu olarak modernizme bir eleştiri niteliğinde günümüz sorunlarını en
ince ustalıkla kaleme aldığı Hızırla Kırk Saat isimli eseri için Üstat şöyle
demektedir: "Hızırla Kırk Saat adlı, kırk bölümlü şiirimi 1967 yılı mayıs ve
haziran aylarında, Yenikapı’da, deniz kenarında, kayalıklar arasındaki bir kır
kahvesinde yazdım. Aşağı yukarı kırk gün, akşamüzeri, bir iki saat, orda, deniz
dalgalarının kıyıya çarpma seslerini dinleyerek ve her seferinde şiirin bir
bölümünü yazarak kitabı tamamladım. Zaten, bu yüzdendir ki, şiire, Hızırla Kırk
Saat ismini verdim: Sanki orada Hızır’a randevu vermiştim de, her gidişimde, bu
randevunun verimi ve armağanı olarak bir bölümle döndüm.”
Birçoğumuz
kendisini her ne kadar Monna Rosa
şiirinin şairi olarak tanıyor olsak da şiirlerinde genelde içinde bulunduğumuz
çağın yanlışlarını dünyanın yüzüne vurmaktan geri durmayan bir keskin kalem
olarak görüyoruz. Şairane bir duruşla “Kelime en güçlü silahtır, tutar şehri ve
insanı” diyerek bütün ölümcül savaşlara karşı oluşunu ifade eder.
Savaşın kalemle ve kelimelerle yapılması gerektiğini anlatmaya çalıştı diriliş
nesline. Hangi kelime ile anlatsak onu kifayetsiz kalıyor bütün ifadeler.
Diriliş neslinin mimarı olmaya kendini adadı. Kendini adadığı yolda dünya
sürgünlüğü bitene kadar inandığı şekilde yaşadı.
“Ve güldün rengârenk yağmurlar
yağdı” dedi,
ancak o gidince üstümüze kara hüzünler çöktü. “Ölüm bana günde iki kere göz
kırpar” demişti ve iki gün önce ölüm son defa kendisine göz kırptı ve
bir şairin ölümü suskunluğu oldu dünyanın.
“Sevgili, En sevgili,
Ey sevgili, Uzatma dünya sürgünümü benim” diyen Doğunun Yedinci Oğlu Üstat Sezai Karakoç batıya
boyun eğmeden başı dik, onurlu ve mütevazi bir hayat yaşadı. Arkasından bir
kişinin dahi kem söz söylemediği Üstat, arkasında büyük bir külliyat bırakarak
bizlere veda etti.
Rabbim rahmetiyle
muamele eylesin, mekânı cennet, makamı yüce komşusu Peygamberimiz olsun. Âmin.