Doğu ve Batı Arasında 2
Doğu ve Batı arasında bu sefer yönüm Batı’ya yönelikti. İstanbul’a geliyordum. İstanbul’a çok uzakta ve Doğudan geliyor. Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Doğu ile Batı arasında “eşik”te duran bir adamın izlenimi versem de tarafım her zaman Doğu’dur. İstanbul’ bana göre Doğu ama doğunun en batısı.
Doğunun en batısı İstanbul’da ne yaptım. Havalanından iner inmez taksi çağırıp Beylikdüzü’ne gittim. Orada Gurur Okulları’nın davetlisiydim. Gurur Okulları, ana sınıfından ilköğretim, Adalet Lisesine, Sağlık Meslek Lisesinden Biyomedikal Lise hatta Akşam lisesini de bünyesinde barındıran kocaman bir eğitim-öğretim kampüsüydü.
Bu okulların kurucusu Av. Mustafa Kuran beyin davetlisiyim. Kendisi İstanbul barosunun en eski ve duayen avukatlarından. Kırk yılı aşkın avukatlık mesleğini Adalet lisesiyle taçlandırmış. Derken diğer okullar da arkasından gelmiş. Özellikle Adalet Lisesi kıymetli dostumuzun göz bebeği… Türkiye’nin iyi hukukçulara ihtiyacı olması lazım. Bunun eğitimi ise sadece üniversitede değil tâ liselerden atılması lazım diyor. Avukat bey bunu sadece sözde değil özde de yapıyor. Yani uygulamalı olarak. Her Cuma günü Türkiye’nin en ünlü hukukçularını okula davet ediyor. Bu hukukçular içinde hâkim ve savcılar da var. Üniversitede öğretim üyesi olan da. Okulda bu hukukçulara konferanslar ve dersler verdiriliyor. Kıymetli dostumuz Avukat Mustafa Kuran, gerisini siz düşünün diyor. Eyvallah diyoruz. Yine sağlık lisesinde de iddialı kendisi. En iyi sağlıkçılar bizden çıkacak diyor. Çapa ve Cerrahpaşa’ya bu işi bilen öğrenci gönderiyoruz, diyor ev sahibimiz.
Burada konferansa başlarken benim de Adalet Lisesiyle ilgili bir hatıram vardı. Ve o hatıramı konferansta öğrencilerle paylaştım. Ortaokul yıllarındaydım. Okul müdürü Salih Ceceli Okula bir form getirmiş, bu formu çalışkan öğrencilere vermişti. Formda kurumlar lisesi sınavı vardı. Okul müdürü Salih Hoca beni çok severdi. Sen adalet lisesini yaz, bu senin için daha güzel diye nasihat etmişti. O zamanlar sadece Ankara’da olan Adalet Lisesi vardı. Başvuruyu yapmış, sınav için komşu vilayet olan Gaziantep’e gitmiştik. Ama kazamamıştım. Çok üzülmüştüm o zamanlar. Ama şimdi Adalet lisesinde ve öğrencilerinin karşısında konferans veriyordum.
Bu hatırayı anlattıktan sonra Adalet Lisesi öğrencilerine kıymetli arkadaşlar, dedim. Kıymetinizi bilin, nerede olduğunuzu bilin, kimin yanında olduğunuzu bilin demiştim. Çünkü hukuk alanında bir deha, canlı bir ansiklopedi aralarındaydı.
Konferans notları…
“Dilimizin Zenginliği” adlı konferans vermiştim. Türkçe’nin zenginliğinden söz etmiştim. Deyimlerimizi ve atasözlerinin anlamını bilip onları varlık sahnesine koyan insanlar, dilin zengini olmakla övünebilirler, demiştim. Bu yüzden dedelerimizin ve ninelerimizin ve anlattığı masalları ve hikâyeleri dinlemeliyiz. Başımızı onların başucuna koymalıyız demiştim.
Sözü ustaca kullanan Şair Nâbî’ye getirmiştim. Çünkü ona gösterilen ihtimam hiç kimseye bu kadar gösterilmedi. Neden şair Nâbî bu kadar önemliydi. Çünkü o sözün sultanıydı. 17. Asırda Urfa’dan İstanbul’a geldiğinde hiç kimse onu tanımıyordu. Ama kısa zamanda padişahın ve paşaların en gözde şairlerinden biri oldu. Devlet işlerinde kendisine danışıldı. Onun yetiştirdiği iki öğrenci vardı: Mehmet Rami Paşa ve Koca Ragıp Paşa… Bu öğrencileri sonradan sadrazam olmuştu. Nâbî, devletine bu kudretli öğrencileri sadrazam (başbakan) yaptığı için haklı bir gurura kapılıyordu. Öğrencileri de onu unutmuyor, unutamıyordu.
Gün olur, Şair Nâbî Hacc’a gitmek isteğini onlara iletir. Onlar da yol boyundaki bütün valilere bir ferman göndererek. “Hocamız Nâbî hazretleri Hacc farizasını yerine getirecektir. Yol, üzerindeki bütün şehirlerdeki amirler onu en üst düzeyde karşılayıp ağırlayacaktı” Bütün bunlara Şair Nâbî, sözünün gücüyle ve dilinin zenginliğiyle ulaşmıştı, deniştim.