"Doğru, tanrı değilim; henüz değilim"
Modernizmin
önemli bir miti olan ilerleme düşüncesinin hala toplumlarda etkin bir zihni
arka plan oluşturduğu izlenebilmektedir. Çünkü çağdaş insanın gencisi ve
yaşlısıyla geçmişteki insanlardan daha iyi olduğu fikri bir şekilde söz ve
eylemlere yansımaktadır.
İlerleme
düşüncesi erken zamanlarda modernliğe iliştirilmiş bir parametre olarak
algılanırken, bizzat kendi içinden eleştirilerle bir mit haline dönüşmüştür.
Onun mit olma niteliği, aslında hala toplumlarda etkin olması üzerinden
izlenebilir. İlerleme düşüncesini savunanlar nezdinde haklılaştıran gösterge de
hiç kuşkusuz teknolojidir. Modernizm kendisini askeri güç ve teknoloji
üzerinden tüm dünyaya yaymıştır. Bunlar içinde teknoloji ve bilhassa günümüzde
var olan dijital teknoloji hem insanlığın ilerlediği hem de Batı’nın
yenilmezliğine gerekçe yapılmaktadır.
Aslında
teknolojiyi de içine alan bir dizi gelişmeler üzerinden konuşulması gereken
aktüel sorun dünya ölçeğinde giderek yaygınlaşan hegemonyadır. Bu hegemonya
kültürel, sosyal olduğu kadar artık ekonomik ve siyasal boyutlarıyla
belirginleşmeye başlamıştır. Kastettiğim şey, dünya ölçeğinde tüm insanların
bir şekilde kontrol edilmesi bağlamında bir hegemonyadır. Yoksa zaten hegemonya
bir sorun olarak hep vardır.
Bu
hegemonyanın dünya sisteminin neredeyse bir aparatı hatta standart
donanımlarından birisi haline geldiğini söylesek abartmış olmayız. Çünkü dünya
özgürleşiyormuş gibi görünürken aslında kontrol giderek artmaktadır. Hatta
insana hiçbir boşluk bırakmadan onun gündelik hayat rotası ve refleksleri
çizilmektedir dünya sistemi tarafından. Bu durum tıpkı geçmişte Tanrı’nın
insana rota çizmesi fikrine ne kadar benzemektedir. Çünkü zaten insan(lığ)ın
böyle bir makamda ilk zamandan beri gözü bulunmaktadır. Çağdaş film
repliklerinden birisinde “Ama sen tanrı değilsin” sözü karşısında “doğru tanrı
değilim; henüz değilim” şeklinde bir cevap verilmektedir. Durmadan dine ve
geçmişe yönelik olarak Tanrısal hegemonyadan bahsedilmektedir. Halbuki Tanrı
insanın tercihleri karşısında özgür bırakırken, insanı insana karşı daha
acımasız bulmaktayız.
Daha
önce de belirtildiği üzere ekonomik faktörler dünyanın geleceğindeki sistem ve
ideolojileri belirlemede birinci rolü oynamaktadır. Mevcut duruma bakarak
geleceğe doğru projeksiyonla tüm dünya ölçeğinde büyük bir kitleyi alt sınıflık
üzerinden kontrol etme isteminin belirginleştiğini görmekteyiz. Batı toplumlarında
da orta sınıflarda zayıflamalar izlenirken, dünyanın diğer ülkelerinde giderek
artan yoksullaşma bunun göstergelerini vermektedir. Küreselleşme’nin önemli
teorisyenlerinden birisi olan Wallerstein’ın “modern dünya sistemi” teorisi,
zaten tüm ülkelerin küreselleşme üzerinden dünya sistemini onaylaması durumunda
bazı getiriler elde edeceğini bize açık ve örtük biçimde söylemektedir.
Tam
da bu nokta bize postmodern küresel dünyada devletlerin yeni işlevlerinin
konuşulmasını zorunlu kılmaktadır. Bilindiği üzere modern ulus-devlet modeli en
azından bütün devletlerin bağımsız bir entite olarak kendi sınırları içinde
gelişmesine atıfta bulunmaktaydı. Küreselleşme ulus devletlerin işlevlerinde
kısmi zayıflamalar getirerek ülkeleri ve devletleri birbirine daha bağımlı hale
getirmiştir. Yine de var olan belirsizlikler ulus devleti bir güvenlik alanı
olarak tanımlamaya devam etmektedir. Avrupa’da aşırı sağın yükselişini biraz da
böyle okuyabiliriz. Ancak dünyanın evrensellik talebi ile ulus devletin parametreleri
arasındaki gerilimler de bir şekilde sorun olarak yaşanmaya devam etmektedir.
Dolayısıyla küreselleşmenin aktörleri (ki ulus aşırı şirketlerdir öncelikle)
kurmaya çalıştıkları dünya kontrol sisteminde devletlere görevlendirme hedefine
matuf davranmaktadırlar.