Doğayı kaybeden insanlık, kendini kaybeden insanlık
Doğa, insanlığa hep anallık etmiştir. Toplayıcılık, avcılık, hayvancılık, tarım ve sanayi yaptığı bütün dönemlerde insan, doğayla beslenmiş ve gelişmiştir. İnsanın en büyük felaketi, doğayı fethetme ve sömürme hırsının insanı esir almasıdır. Doğayı sömürmede sınır tanımayan insanlık, bugün aklını, ahlakını, duygusunu ve duyarlılığını yitirmiş durumdadır. Geçici karlar ve rantlar uğruna doğayı tüketen ve yok eden ahmaklıklar, bütün dünyayı kuşatmıştır. Doğa, artık ana olarak değil, sağılacak inek olarak görülmektedir. İnsan doğayı sömürdükçe, aslında dünyayı kendisi için yaşanmaz hale gelmektedir. Doğanın ekolojik dengesi bozuldukça, insan sağlığını, soluduğu havayı, içtiği suyu, yediği gıdayı, temiz hava soluduğu ormanını kaybetmektedir. Doğa sömürüldükçe insan bedenini ve ruhunu birlikte kaybetmektedir. Doğadan ilham alarak felsefe, bilim, sanat ve edebiyat yapan insanlık, doğayı sömürdüğünden dolayı bugün doğruluk, güzellik, öğrenme ve iyilik konularında kendisine kaynaklık yapacak doğal bir doğa ana bulamamaktadır.
İnsan için doğanın önemi, teferruat değildir. İnsan
için doğanın varlığı, varoluşsal düzeyde önemlidir. Doğa varsa, insan vardır.
Doğanın yokluğu, insanın yokluğuna eşittir. Darwin, doğanın insan için
varoluşsal önemini anlatmaya çalışmıştır. Doğadaki canlı ve cansız her şeyin
birbiriyle ilişkili ve ilgili olduğunu söyleyen Darwin, insanların,
hayvanların, bitkilerin, kuşların, ağaçların, suların, dağların, kısacası
herkesin ve her şeyin birbiriyle denge ve uyum içinde yaşama görevi ve
sorumluluğunu göstermeye çalışmıştır. Bizim iyilik halimiz, doğal dünyanın iyilik hali olmasına bağlıdır.
Doğadaki denge, uyum, canlılık, çeşitlilik ve ihtişam bozulduğu takdirde insan
hayatında da yıkım, çatışma, çöküş ve çürüme kaçınılmaz bir hal alacaktır.
Doğa, insanın bakarken tatmin olduğu, resmini
çizdiği, ihtiyacı olduğunda kesip biçtiği bir nesneler dünyası değildir. Doğa,
yaşamın bütün çeşitlerinin ve renklerinin varolduğu özneler dünyasıdır. Doğa,
nesne değil, öznelerden oluşan eşsiz bucaksız bir alemdir. Doğayı kalbiyle,
aklıyla, bedeniyle ve ruhuyla tecrübe etmeyi gerçekleştiren insan, sahici
anlamda bir manevi, sanatsal, bilimsel ve felsefi boyutlara sahip
olabilir. Doğaya bakarken yeni rant ve
sömürü alanları gören kaba, vahşi ve ilkel siyasetçiler, iş adamı kılıklı
yağmacılar, beton dökmeyi mimari sanan çapulcu takımının doğadan, sanattan,
felsefeden, bilimden, incelikten ve hakikatten hiçbir nasiplerinin olmadığını günlük
hayatımızda her an görüyoruz. Doğayı yaşamak, anlamak ve onu bir ruh haline
getirme sonucunda kendi varlığımızda oluşan yeni bir benle felsefe, bilim,
ahlak ve sanat meydana gelmektedir. Kendi ruhlarında doğayı bir ruh olarak inşa
edemeyenler, yağmacı, talancı, kaba ve vahşi hırsızlar ve sömürücüler olmaktan öteye
geçememektedir. İnsanın önünde doğa dostu olarak uygarlaşmak veya doğa düşmanı
olarak barbarlaşmanın dışında başka bir seçenek bulunmamaktadır.
Doğa, bir an baktığımız anlık bir manzaradan ibaret
değildir. Doğa, duvara çakılan dar çerçeveli bir manzara değildir. Doğa,
hayatın ve ölümün tamamıdır. Hayatı ve ölümü kendi içinde barındıran tek evimiz
doğadır. Doğa ve hayat, tek bir yerle ve mekanla sınırlanamaz. Hayatın ve
doğanın yeniden iç içe nasıl geçeceği sorusu, günümüzün en önemli sorusudur.
Günümüz insanı doğada nasıl yaşayacağını, doğayla nasıl iç içe olarak varlığını
nasıl devam ettireceğini artık bilememektedir. İnsanın sahici anlamda hikmeti
yitirmesi, doğada nasıl yaşayacağının bilgisini ve tecrübesini kaybetmiş
olmasıdır.
Doğadaki yaşamsal çeşitliliği anlamak, doğayla yeniden
ilişkilenmenin ve ilgilenmenin başını, ortasını ve her şeyini oluştrmaktadır. Charles
Baudelaire’in Çoklukta Birlik şiiri,
bize derin bir doğa tecrübesini ve
yorumunu sunmaktadır: “Bir tapınaktır doğa, sütunları canlı/Anlaşılmaz
sözler duyulur zaman zaman/Sembol ormanları içinden geçer insan/Tanıdık
bakışlar süzer gibidir sizi/Bir derin, bir karanlık birlik içinde/Aydınlık
kadar sonsuz, gece kadar geniş/Uzaktan söyleşen uzun yankılar gibi/Renkler, sesler,
kokular karışır birbirine/Kokular vardır çocuk tenlerinden taze/Obua sesinden
tatlı, çayır gibi yeşil/Kokular da vardır azgın, zengin, gürül gürül/İnsana
sonsuz şeylerin tadını veren/Misk, amber, aselbent, buhur gibi kokular/Duyuları,
düşünceyi alıp götüren.”