Diyarbakır’da Dijital Sempozyum
KALEYDOSKOP
Geçtiğimiz hafta içinde Dicle Üniversitesi’nde şahsımın da konuğu olduğu “dijitalleşme, değerler ve din” adlı bir sempozyum düzenlendi. Farklı üniversitelerden pek çok akademisyenin davet edildiği sempozyum oldukça verimli geçti. Belki de Türkiye’de ilk defa dijitalleşmenin küresel boyutlara ulaşması karşısında dinin nasıl bir mesafe ayarlaması gerektiğine dair felsefeciler, sosyologlar, teologlar, eğitimciler tarafından ileri sürülen çeşitli fikirler konuşuldu, tartışıldı, bir kısmı karara bağlandı, bir kısmı ise açık uçlu bırakılsa bile tartışma zeminine çekildi. Dijitalleşmeye yönelik tespitlerin, yorumların ve çözüm önerilerinin yer aldığı güzel, verimli, hoş bir ortama sahiplik yapan Dicle Üniversitesi ve onun şahsında rektör Prof. Dr. Talip Gül, İlahiyat Fakültesi dekanı Prof. Dr. Ali Akay, dekan yardımcısı Doç. Dr. Necmi Derin, sempozyumun tasarlanmasından bitişine bütün aşamalarını yöneten Dr. Öğr. Üyesi Esra Arslan ile öğretim üye ve elemanları gerçekten övgüyü hak edecek, şehre yakışır bir misafirperverlik örneği gösterdiler, emeği geçenlere sonsuz teşekkürler.
Sempozyumun ilk gün oturumlarında teorik çerçeve çizildi, dijitalleşme ile sosyal hayat ve din arasındaki ilişki biçimleri betimlendi, son günkü oturumlarda ise çözüm önerilerine değinildi. Dijitalleşmenin insanı ve dünyayı nasıl ahtapot gibi sardığı, insanın ve insanlığın ürettiği değerlerin içeriğini vantuz gibi çekerek kanını nasıl emdiği ve varılan noktada herhangi bir müdahalede bulunulmaması halinde geleceğin dünyasında ruhtan ve duygudan arındırılmış insanın nasıl şimdikine rahmet okutacak kertede zalimleşeceğine dair katı perspektifler ortaya kondu. Bununla birlikte her konuşmacıya sınırlı bir zaman dilimi tanındığından bazı görüşler bağlamına tam oturmadı, meram tam anlaşılmadı. Biraz da bu sebeptendir, sempozyumda ileri sürdüğüm çözüm önerilerini bir kez daha yineleme gereği duydum.
Bir parçası olmanın hemen dışına çıkıldığında, insana ve insanlığa yönelik, günümüz dünyasının görünür en büyük tehdidinin dijitalleşmeden kaynaklandığı görülür. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde insana yönelik şiddet hiç bu kadar belirgin olmadığı ve nükleer silahtan daha derin etkiler taşıdığı halde dijitalleşmenin zararları konusunda dünyanın bu kertede sessiz kalmasının da yine dijitali insanlığın kanser metastazına dönüştüren akılla mutlaka bir ilgisi vardır. Gerçek şu ki bütün bir insanlık, sadece insanı ve onun sahip olduğu değerleri değil “varoluşu” bütünüyle kuşatmış ve zehirleyen, bilinci baygınlaştırıp sersemleten, hatta belki canlı canlı gömen bir dijital ağ ile karşı karşıya bulunmaktadır. Üstelik “ağ” kelimesinin bütün çağrışım alanlarını da kullanarak ve yine örümcek ağındaki gibi yakaladığı avı çırpındıkça daha çok içine alarak yok eden anafor kabilinden bir network ile karşı karşıyayız… Belki de günümüzün en büyük sorunlarından biri, cam ekranlar üzerinden önce bedenlere, sonra zihinlere, ardından ise ruhlara yayılan zehrin kısa vadede boyutlarını sınırlandırmak, orta vadede ortadan kaldırmak ve uzun vadede ise onun yerine bambaşka bir zihinden çıkmış diriltici, kendine getirici, hayatı ve dünyayı güzelleştirici yeni bir muhatap üretmenin imkanlarını belirginleştirmektir. Bu noktada ise yapılması gereken ilk iş; internet başta olmak üzere dijital dünya ile aramıza gözle görülür bir mesafe koymak, her türlü tasarrufumuzda onun kölesi değil sahibi olduğumuzun ayırdına vararak yaşamaktır. Araçlar emretmeye başladığında sahnedeki insanı bekleyen tehlikenin boyutlarını kim hesaplayabilir ki?
Bu konuda yapılması gereken işlerden biri de yeni bir iç dünya tahkimidir. Kendiyle ve dünyayla barışık, yaşamayı dış dünyaya dokunmak olarak algılayan, entropinin farkında olan ve doğayı bir müziğin farklı notaları olarak niteleyip dokunduğu her telden bir melodi çıkarmayı bilen açık zihinli, kavrayışı geniş, iradesi son derece akışkan yeni bir insan modeli ortaya koymak… Bir zamanlar olduğu gibi, hayatı hoş bir yolculuk, kısa bir rüya, incitilmeyen ve incitmesine izin verilmeyen yumuşak bir geçiş kipi olarak tasarlamak belki… Akla hemen bütün özleri koruyan biçimler, bütün derinliklerin sahibi mahremiyet gelmektedir. Türler ve cinsler arasındaki sınırların korunması ve her bir türün bugünden geleceğe aktarılmasının yegane garantisi olan kabuğun yeniden tahkimi ve özün korunaklı hale gelerek varlığını sürdüreceği atmosfere kavuşması da yine dijital dünyanın tahriplerinden kurtulmak ile mümkün gibi görünmektedir.
Bu aşamada, teknolojinin dönüştürülmesi de hayati bir önem taşımaktadır. Birincil işlev olarak var etmeyi değil yok etmeyi, yaşamayı ve yaşatmayı değil ölümü ve öldürmeyi belirlemiş bütün bu dijital ağlardan kurtulmak için alternatif üretim biçimlerine yönelmek insanlığa nefes aldıracaktır. Batı’nın ürettiği ve öldürmeye ayarlanmış ne kadar üretim varsa hepsine karşı bir diriltme ayarcısı keşfine başlamak… Haddizatında ekranlardan insan ruhuna giren ne kadar ‘yok edici’ fısıltı varsa ondan bir fazlasının ‘varlaştırıcı öğe olarak konumlandırılması vakti gelmiştir. Çizgi filmlerden dizilere, netfliks filmlerinden bilim kurgulara kadar ne denli ‘yok edici’ içerik varsa ondan bir fazlasını ‘var edici’ ruhla üretmek…
Dünya ile bedenimiz, hayat ile ruhumuz arasında yeni bir gramer kurmak da geleceğe yönelik kaygılarımızı azaltabilir. Yeni bir sosyoloji inşa etmek… Yeni bir mekan kurgusu, yeni bir zaman tanımlaması, yeni bir takvim ayarlaması yapmak… Nesneyle kurduğumuz ilişkiyi yeniden tanımlamak, yeni bir mimari anlayış geliştirmek, yeni bir sanat ve tasarım yüzey yapısı kurgulamak ve zamana biçtiğimiz rolde ciddi değişiklikler yapmak… Zamanın ve mekanın içeriğini fizik dünya ile ruh arasındaki dengeden, ikisi arasındaki etkileşimden hareketle belirlemek… Geceyle gündüz, yaz ile kış, insan ile mekan, ruh ile zaman arasındaki doku farkını izale edip insan ile çevresindeki her şey arasında yeni bir dil tesis etmek, yeni bir eylem alanı kurmak ve birinin ötekine sağır olduğu bütün alanları budayarak her birinden ötekine akan tınıyı duyulabilir bir zemine çekmek... Böylece tedavülden kalkmış gibi görünen duyguları yeniden yeşertmek, geleneği yeniden tesis ederek güncel yaşamın vazgeçilmezi haline getirmek…
Dünyanın Avrupalılar tarafından kirletilmesi süreci kavram içeriklerinin güya rasyonel tanımlarıyla başlamış idi. Belki de çıkış yolu tam da burasıdır. İncil ayetlerinin içeriğini yeniden belirleyerek dünyayı sözümona rasyonalize etmeye çalışan Fransız Ansiklopedistlerinin yaptığı tahribatı onaracak yeni bir kavram haritası çıkarmak, her bir kavramın içeriğini yeni bağlamlarda tanımlamak bir başlangıç olabilir. Böylece yaratılmış her şeyin birbiriyle etkileşim halinde bulunduğu, birinin varlık gerekçesinin ötekine bağlı olduğu yeni bir epistem oluşturulabilir. Batının karanlık ruhuyla içeriklenmiş ve dünyayı onun güdümüne almanın ilk adımı olarak bilinç dönüştürme anahtarı işlevini gören ansiklopedilerin günümüzdeki temsilcisi ‘google’dır. İslam dünyası başta olmak üzere, bütün dijitalite kurbanı çevreler vakit kaybetmeden kavram içeriklerinin insan özüne uygun olduğu, belki de adı ‘bilgibul’ benzeri olan yeni bir arama motoru geliştirmeli ve insanların düşüncelerine, hayatlarına yön veren kavramların tanımı Kitap merkezli yapılmalıdır.
Bireyin yeniden kurgulanması gerektiği ortadadır. Nasıl göründüğünden, neye sahip olduğundan ziyade ne olduğundan bahseden bir birey anlayışı bilinç parçalanmasının önüne geçebilir. Bu haliyle insan sanki geriye kalan her şeyini yitirmiş de sadece zekası ışıldayan yuvarlak bir küreye benziyor. Onu oluşturan sayısız uzuv neredeyse işlevini yitirdi yitirecek… Dikdörtgen ekranların karşısında donuklaşıp öylece tenimize dokunmadan savuşturuyoruz zamanı. Yürümüyor, yürüyor gibi yapıyoruz; koşmuyor, koşuyor gibi yapıyoruz; yemiyor adeta karın doyuruyoruz; eğilmiyor, kalkmıyor, sıçramıyoruz, gibi yapıyoruz... Bütün bunları bizim adımıza yine kendi elimizden çıkan aletler yapıyor. Bedenimizin simgesi aletler bizim adımıza çalışıp dururken bedenlerimizi koruma işlevi görmesi gereken uzuvlar ha bire kireçleniyor, büzüşüyor ve doğasından uzaklaşıyor… Fraktal hızlıca bütünün yerini alırken vücuttan ilham alan her uzuv gerçeğini aratmayacak bir benzerlikle sahnedeki yerine geçiyor ve hakikatin yerini imitasyon alıyor. Karşılaştığımız hiçbir şeyin o şey, karşılaştığımız hiç kimsenin o kimse olamayacağı kaygısıyla zehirleniyor ruhumuz.
Tanrı dünyayı bir kitap, hayatı o kitabın satırlarına yerleştirilmiş göstergeler ve o göstergelerin anlamı üzerine inşa etmiştir. İnsanı ise o kitabı okuması için yaratmış ve göstergeler alanına göndermiştir. İnsanın bu dünyadaki yegane gayesi okumaktır. Dünyayı okumak, hayatı okumak, insanı okumak, kendini ve başkalarını okumaktır. Eksik ya da fazla, yanlış ya da doğru, anlayarak ya da az anlayarak, yüzünden ya da bam teline dokunarak ama bir şekilde okumak… Dijital dünya bize okumak yerine bakmayı, sadece bakmayı, hareket etme yerine donuk kalmayı işaret ediyor. Belki bakmak yerine derinden kavramanın zamanı gelmiştir ve dünya kitabının ilk sayfasından başlayarak yeni bir okuma yolculuğuna çıkmak gerekmektedir. İnsanlık camın ve simülasyonun egemen olduğu dijital medeniyeti bırakıp ruhun sayfalar arasında özgürce dolaştığı bir kitap medeniyeti inşa etmekle kurtulacak gibi görünüyor.
Sayıklayarak ve iradeni kullanmayarak, yaparak değil, mış gibi yaparak geçirdiğin hangi hayat senindir ki? Sayfa kenarlarına not düşmediğin hangi kitap senindir, seni sana anlatmayan, sana senden haber getirmeyen hangi haber?..