'Diyarbakır Cehennemi'nden Gül Bahçesine...
Pazar günü Diyarbakır’da 10 binlere seslenen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir zulmün daha üzerini örterek yürekleri soğuttu. Neydi üzeri açılmamak üzere örtülen acı; Diyarbakır Cezaevi. Burası 12 Eylül Darbesi sonrası zulmün, adaletsizliğin, işkencenin, insanlık dışı muamelelerin kol gezip arşı inlettiği mekândı.
Diyarbakır Cezaevi’nin ismi anılınca “Bir daha dünyaya gelseydim, asla Kürt olmak
istemezdim...” diyen Selim Dindar’ı hatırlamamak mümkün değil. Dindar’ın
Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadıkları bir kara leke olarak yürekleri burkar,
ruhları sarsar. Tıpkı Muhsin Yazıcıoğlu’nun Mamak Cezaevi’nin soğuk duvarları
arasında tabi tutulduğu insanlık dışı muameleye karşı haykırışı gibi...
Diyarbakır’da karanlık bir dönem daha
kapandı. 12 Eylül Darbesi sonrası işlenen işkence ve cinayetlere ev sahipliği
yapan Diyarbakır E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, Adalet Bakanlığı’ndan Kültür
Bakanlığı’na devredildi. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, cezaevinin sembolik
anahtarını Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’a takdim etti. Cezaevi,
artık ibretlik bir hâfıza merkezi olarak müzeden kütüphaneye, bilimden
kültür-sanata, her şeyden öte birlik, beraberlik ve kardeşliğe hizmet edecek.
***
Diyarbakır Cezaevi bağlamında
Türkiye’nin sürüklendiği karanlık günler iacı da olsa ders çıkartmak için bir
kez hatırlayalım...
12 Eylül Darbesi’ne zemin hazırlamak
isteyen mihraklar kaos için herkesi sokağa çağırıyordu. Sivas’ın, Maraş'ın,
Çorum'un dahası Türkiye’nin yangın yerine çevrildiği ve “adres sormayan kurşunlar”ın çıkardığı ölümcül çığlıklar fasıla
vermeden gececik fidanları hayattan kopartıyordu.
Devrimciler ve Ülkücüler sinsice
tezgâhlanan kaosun tam ortasında ölümüne “yaşasın
vatan!..” diye slogan atıyorlardı. Ortaokullardan tutun da üniversitelere
kadar her yerde, sıraların altından
kitap yerine “haydar”lar, kalem
yerine “delikli demir”ler
çekiliyordu.
Ülkeyi yönete(meye)nler çaresizdi!..
Askeri vesayet; Hasan Mutlucan'ın “yine
de şahlanıyor...” türküsünü yeniden söyleyeceği ânı bekliyordu. Ve o türkü,
tarihler 12 Eylül 1980'i gösterdiğinde, TRT'nin siyah-beyaz görüntülü
penceresinden bütün Türkiye'ye bir kez daha dinletiliyordu. Kenan Evren’in “Ordu yönetime el koydu” anonsuyla yeni
bir karanlık süreç başlatılıyordu.Kanlı tezgâhlarını ülkenin her köşesine
açanlar; sonu kestirilemeyen kaosu, binlerce cansız bedeni, târûmar olmuş
aileleri, sayısız faili meçhulleri miras bırakarak birden bire
kayboluyorlardı!..
“Gözünün
üstünde kaşın var!..” türünden ihbarlarla ansızın tek tek bulundukları
mekânlardan alınan körpecik delikanlılar, adresi belli olmayan toplama
kamplarına misafir(!) edilmeye başlanıyordu. Bu oyun, daha sonra farkına
varılacak “meçhule yolculuk”tan
başka bir şey değildi.
Anadan üryan işkenceler; gencecik
bedenleri ve onları seyre dalan soğuk yüzlü köhne duvarları yıllarca
inletiyordu. Mecalsiz ruhların üzerine yığılan bedenlere zindanlar bile
ağlıyordu.Bunca zulüm yetmezmiş gibi“adalet
yerini bulsun(!)” diye bir sağdan bir de soldan gencecik fidanlar
asılıyordu!..
Mamak’tan, Metris’ten, Ulucanlar’dan, Diyarbakır'dan
çıkıp da gidebilenler; ömürleri boyunca “zindanlardaki
kâbus”larıyla yaşadılar. Hep “hatırlama”
ve “unutma” arasında gidip geldiler.
Kısaca konuştular, uzun uzun sustular.
*
Selim Dindar
12 Eylül 1980 darbesi sonrası
gözaltına alınarak Diyarbakır Cezaevi’nin gönderilen dönemin simge isimlerinden
birisi deSelim Dindar’dı. Onun
Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadığı ibretlik hayat hikâyesi, eski Türkiye’nin fotoğrafını hatırlamak için çok önemli bir vesikadır.
Siyasi herhangi bir faaliyetin içinde
olmamasına rağmen daha 20'sinde Diyarbakır Cezaevi'ne konulmuştu. 1981 yılında
girdiği cezaevinde kaldığı 3 yıl boyunca gördüğü işkenceleri, uzun yıllar sonra
verdiği mülakatlarda şu şekilde ifade etmişti:
“...Avlunun ortasında bir kapak vardı.
Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu. Anlamadım... Her birimiz
tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene
kadar tutuluyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği
içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. Bir de avluda
sırtüstü yatırılıyorduk. Bacaklarımızı yerden on beş santim yukarıda
tutuyorduk. Bacağı düşen dayak yemek için sıraya giriyordu. Kıştı, bir hafta
boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde
yapıp, ısınmaya çalışıyorduk.
Her koğuşta hoparlör vardı. Her gün
cezaevinin amiri olan yüzbaşının konuşmasını esas duruşta bir saat dinliyorduk.
Hasta biriydi. Yedinci Kolordu Komutanı'nın adamıydı. Oradan kendisine cezaevi
için öldüren türden adamlar seçiyordu. Bunlar, bu vahşeti yaptıktan sonra nasıl
yemek yediler, akşamları çocuklarını nasıl okşadılar insan bunu asla
anlayamıyor. İşkence görmemiş kimse var mıydı hapishanede? Yoktu. İtirafçılar
dahi işkenceyi gördü. Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık
bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim
diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle
vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma
soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından
yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum...
Diyarbakır Cezaevi'nden konuşulduğunda
hâlâ hayattan kopuyorum. Benim hanımım ve çocuğum var. İçimdeki frene
basamıyorum ve herkesin önünde hüngür hüngür ağlıyorum, ağlıyorum... Bir daha
dünyaya gelseydim, asla Kürt olmak istemezdim...”
İncinmişti, fakat asla kinlenmemişti
Diyarbakır Cezaevi'nin simge ismi Selim Dindar. Milliyetinden dolayı cezaevinde
yıllarca hırpalanmış, fakat o ümmet şuuru ve ümidini hiç kaybetmemişti.
Fakat... 2 Aralık 2009 Çarşamba
gününün akşamı Bakırköy'deki Cizreliler Derneği lokalinde otururken, ansızın “kör kurşunların kurbanı oldu”. Hunharca
katledilen Seyyid Selim Dindar,48 yıllık ömrüne elveda diyerek, bütün acı ve
ıstıraplarından sıyrılarak “Sonsuzluğun
Sahibi”ne gitti. Dünya zindanından beraatını alarak, ”Özgürlükler Ülkesi”ne ulaştı.
“Ölüm
en büyük ibrettir” ya... Selim Dindar da giderken, “yeter benim ağladığım, biraz da siz ağlayın”diyordu sanki
sevenlerine. Arkasından Abdullah Veli Seyda ağlıyordu, Şerafettin Elçi
ağlıyordu, Adnan Tüzün ağlıyordu, Mehmet Emin, ağabeyi Selim’le aynı kaderi
paylaşacak Ramazan ve İbrahim Dindar ağlıyordu...
*
Yıllarca
İstanbul’da yaşayan ve ağabey Selim Dindar’a düzenlenen hunharca cinayet
sonrası Cizre’de huzur aramaya başlayan Ramazan Dindar, “Halka hizmet, Hakka hizmet” düsturunca AK Parti Şırnak İl Başkan
Yardımcılığı görevini sırtlandı. Bölge üzerindeki karanlık eller önce 16 Mayıs
2012’de önce AK Parti Şırnak İl Başkan Yardımcısı Ali Kılınç için tetiğe bastı.
18 Ağustos 2012’de de Ramazan Dindar için planlarını devreye soktu.
Ramazan’ın son günüydü. Ramazan Dindar
arkadaşı Diyar Tanrıverdi ile Cizre Yeniçarşı Caddesi’nde olacaklardan habersiz
Ramazan ayının son iftarına doğru yürüyorlardı. İftara bir saat kala, ortaya
çıkan insanlıktan nasibini almamış saldırganlar, arka arkaya tetiğe abanarak
ölüm kusuyorlardı. Diyar yaralanıyor, Ramazan ise Dicle Üniversitesi
Hastanesi’ne götürülürken, çektiği acı üzerine bir acı daha yaşamak
istemiyordu. Diyarbakır denildiğinde tüyleri diken diken olan Ramazan, ağabeyi
Selim’in yaşadığı“Diyarbakır Cehennemi”ni
bir daha yaşamaktansa orucunu ukbada açmayı tercih ediyordu. Oruçlular için
hazırlanan “Reyyan Kapısı”ndan girip
çifte bayram yapmak üzere ruhunu teslim ediyordu.
Kötülükte sınır tanımayanlar şunu
bilmeli ki, “İyiler Ölmez”. Merhum
Selim ve Ramazan Dindar kardeşlere bir kez daha Allah’tan afv ve mağfiret
diliyoruz. Mekanları Cennet, makamları âlî olsun.