Diyanet İşleri Başkan(lığ)ına
Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) zaten bu zamana kadar farklı kesimlerde farklı boyutlarda gündemde olmuştur. Bu, bazan kurumun ontolojik varlığına yönelik bir itirazı ifade ederken, bazan da olaylar karşısında aldığı pozisyon sebebiyle tartışmaların odağına oturmasından kaynaklanmaktadır.
Nitekim bir kesim “Diyanet kaldırılsın” şeklindeki bir repliği farklı zamanlarda yükselterek Diyanet’in varlığına itirazı dillendirmektedir. Bir kesim Diyanet’in siyaset ile arasındaki mesafeyi sorunsallaştırmaktadır. Diğer bir kesim ise Diyanet’in yeteri kadar etkin olmadığını düşünmektedir. Bu geniş tayf içerisinde salınım gösteren görüşlerin yeteri kadar ilmi bir ortamda tartışılması önem taşımaktadır. Belki Diyanet’in “kendi”sini tartıştığı kapalı bir çalıştayın düzenlenmesi anlamlı olabilir.
Diyanet’e dair bu beklenti ve yargıların gerçekliğini görebilmek için Diyanet’in konumunu netleştirmek gerekir. Öncelikle din ve devlet ilişkileri açısından baktığımızda, tarih boyunca üç tecrübenin varlığını görebiliriz. Birincisi, dinin devletin uhdesinde olduğu Roma tecrübesidir ki buna Bizantinist tutum denmektedir. İkincisi, devletin dinin uhdesine girdiği Ortaçağ tecrübesidir ki buna teokratik tutum ismi verilir. Üçüncüsü de, din ile devletin kurumsal olarak ayrıştığı laik tutumdur. Diyanet bu bağlamda devletin uhdesinde bir kurum olarak işlev görmektedir. Doğrusu Osmanlı’daki tecrübe de bu şekilde idi.
Aynı zamanda Diyanet’in siyasetle arasında bir mesafe olması gerektiği herkesin kabul ettiği bir argümandır. Çünkü en basitinden cami hangi siyasi görüşe sahip olursa olsun Allah’ın evi olarak herkese açıktır. Diğer yandan Diyanet’in tüm mezhepleri kapsayıcı bir şekilde söylem ve pratik üretmesi, durduğu konum açısından da zorunludur. Doğrusu son dönemlerde Diyanet’in mezhepsel çeşitliliği kapsamaya yönelik çabalarının olduğunu da görmekteyiz.
İslam’da son sözü söyleyen papalık gibi dini otorite yoktur. Bu bağlamda Diyanet’in söylemleri de dini yorumlardan birisidir. Fakat Diyanet’in kurumsal bir yapı olarak varolduğunu unutmamak lazımdır. Bu bağlamda mevcut konjonktür içerisinde Diyanet’in kaldırılması önerisi gerçekçi değildir. Tüm bunları Diyanet üzerine beklentilerin gerçekçi olması gerektiği düşüncesiyle belirtmekteyim. Esasen Diyanet’e dair tüm bu mülahazalarımı başkanlığa daha önce detaylı şekilde bir sunmuştum.
Şimdi esas soruna gelelim. Son dönemlerde Diyanet’in bazı fetvaları yayımlandı. Bunlardan ilki, kabuklu deniz ürünlerinin (mezheplere göre farklılık göstermekle birlikte) yenmesinin haram olacağı şeklinde idi. İkincisi de, açık büfe türünde yemeklerin israfa kaçmamak şartıyla caiz olduğunu ifade etmekteydi. Doğrusu bu fetvaların yanlışlığı ya da doğruluğu üzerine tartışmayacağım. Çünkü mesele ettiğim şey bu değil.
Benim meselem Diyanet’in Türkiye’deki merkezi sorunlar üzerinde değil periferik meseleler etrafında gezinmesidir. Öncelikle küresel ölçekte dinin zamanın ruhu olmaktan çıktığı şeklindeki söylemler var. Dolayısıyla dinin yerine ikame olmaya çalışan dinimsi yapılar kendisini daha kuvvetli bir şekilde göstermektedir. Dolayısıyla din konusunda küresel bir rezerv söz konusudur.
İkincisi, Türkiye’de özellikle yeni nesillerde yükselen trendler özelde İslam’ın periferiye doğru ikincilleşmesini sonuçlamaktadır. Pop K akımlarından tutun da birçok yeni akım trendler artık dinin yerine ikamelerin oluştuğu argümanını açık veya örtük biçimde dillendiriyorlar. Üçüncüsü de, müslümanların İslam’a dair yanlış temsil ve pratikleri bilhassa gençlerin dinle mesafesini artırmasına sebep olmaktadır.
Tüm bunlardan dolayı, genelde din ve özelde İslam’ın bilhassa gençler nezdinde meşruiyet problemi yaşadığını düşünmekteyim. Dolayısıyla İslam’la ilgili zihinlerde bu meşruiyet problemi devam ederken, İslam’ın içinden tikel meselelere dair fetvalar üzerine konuşmanın anlamlı olmadığı ortadadır.
Dolayısıyla Diyanet’in stratejik olarak “İslam’a dair toplumdaki ve gençlerin algısındaki meşruiyet problemini nasıl aşacağız?” sorusuna odaklanması gerektiğini düşünmekteyim.