Distopik dünyaya hazır olun
İçinde
bulunduğumuz şartları eleştirmek üzere eskiden en azından üyopyaya müracaat
ederdik. Ütopyalar yaşanılan hayattan en azından düşünce dünyasında zihnen bir
kaçışı işaretlediği gibi daha iyi bir dünyanın nasıl inşa edileceğine dair
zihni bir idman da yaptırırdı. Bu “olmayan yer”i (ütopya) adım adım dünyada
oldurmanın imkanlarını araştırırdık. Ütopya okumak en azından insana bir ümit
verebilmek için yeterli bir anlatım tarzıydı.
Thomas
More’un “Ütopya”sından, Campanella’nın “Güneş Devleti”ne, Atlantis’e kadar bir
dizi eser Batı’daki ütopyalardan bazılarıdır. Yine İslam dünyasında Farabi’nin
“El-Medinetü’l Fazıla”sı bu bağlamda sayılabilir. Ütopyaları sosyolojik açıdan
incelenmeye değer kılan şey, aynı zamanda bu ütopyaların hangi tür sosyal
sorunlara referansta bulunduğudur. Bir yönüyle bakıldığında ütopyalar “olması
gereken”e işaret eden felsefi içerikli metinler olarak görülmekle birlikte,
orada odaklanılması gereken nokta ise olan bitenlerin niteliğidir.
Fakat
bilhassa 2000’lerden sonra distopik metinler daha çok okunmaya başlandığı gibi,
dünyanın geleceğine dair sohbetlerin de konusu olmuştur. Esasen distopyaların
kimi zaman romanlardan uyarlanmakla birlikte filmlerle insanların ve bu küresel
dünyada toplumların aynı anda gündemine girdiğini gözlemleyebiliriz. İlk
başlarda biraz fantezi tadında izlenen bu filmler, diziler, belgeseller,
reklamlarla desteklenince birden gündelik hayatın buna doğru dönüştüğünü de
görmeye başladık. Şimdi kaygı ile izlediğim distopik bir dünyanın varlığını
sezinlemek bana ayrıca hüzün vermektedir.
Türkiye’nin
belki distopik okumalara George Orwell’ın “1984”ü ile başladığını söylemek
yanlış olmayacaktır. İlk başlarda biraz kurgu gelen bu yaklaşım, gelinen
noktada gerçekleşmiş olduğundan şu anda Orwell’ın bu kitabı toplumsal
karşılıkları olan olgular ve fenomenler şeklinde görülmektedir.
Yine
geçen yüzyılın ortalarında Aldoux Huxley tarafından yazılmış olan “Cesur Yeni
Dünya” ise geleceğe doğru gerçekleşmek üzere yol almış işaretler vermektedir.
Bu romanda en başta insanın güdülen bir varlık olarak iradesi son bulurken,
ince detaylarına kadar hesaplanmış bir insan ve sistem kontrolü
gözlemlenmektedir. Bu nitelik en başta geleceğe doğru insan iradesini
sorunsallaştıran bir kaygı üretmektedir. Yine klasik ideolojilerin sona erdirilmesiyle
özgürleştirilmiş görülen insanlar, dünya sisteminin tek bir bakış açısıyla
konumlandırılmaktadır. Doğrusu romanı okuyunca ve dünyanın gidişatıyla bu
okumayı birleştirince, iyi ki Tanrı’nın merhameti var diye içinizden
geçirebilirsiniz.
Bu
bağlamda Jose Saramago’nun “Körlük” ve “Görmek” isimli iki romanı da
zikredilebilir. Esasen birinci roman distopik nitelikler taşımakla birlikte,
ikincisinin ütopik boyutu daha baskın görünmektedir. Bir varsayımdan hareket
eden Saramago, insanın en felaket durumlarda bile nasıl faşizan ve tahakküm
edici niteliklerle ortaya çıktığını bize göstermektedir. Yine Ray Brudbury’nin
“Fahrenheit 451” romanı da insan öznelliğinin nasıl felaketler yaratacağını
daha postmodern bir zeminde anlatmaktadır.
Bugün
gelinen noktada klasik dünya anlayışı geride kalmıştır. Geleceğinizi görebilmek
için dünya sistemi ve gelişmelerinden gözlerinizi asla çeviremezsiniz.
Özellikle pandemi ile birlikte dünya ölçeğindeki “kriz”in bugün Rusya-Ukrayna
arasındaki savaşla devam ettirildiği; ancak ne için sürdüğü belli ol(may)an bu
savaş üzerinden dünyanın global ölçekte yeniden düzenlendiği aşikardır.
Dünya
sistemi ilmek ilmek doku(n)malarla böyle bir distopik dünyayı hazırlıyor
görünmektedir. Ancak insanlar böyle bir distopyayı görebilmiş gibi
görünmüyorlar.