Direniş ve diriliş şehri İstanbul kıyamda
Lâle
Devri Divan Şairi Nedîm (1681-1730) der ki,
“Bu
şehr-i İstanbul ki bi misl ü behâdır,
Bir
sengine yekpâre Acem mülkü fedadır,
*
Bir
gevher-i yekpâre iki bahr arasında,
Hurşîd-i
cihan-tâb ile tartılsa sezadır...”
(Bu
İstanbul şehri ki, paha biçilmez ona, / Tüm Acem (İran) mülkü fedâ olsun tek
bir taşına, / Öyle tek bir incidir iki deniz (Karadeniz ve Marmara) arasında,
/ Yeridir dünyanın güneşi ile tartılsa.)
O
şehri İstanbul ki ne kadar gezilse, ne kadar anlatılsa, ne kadar yazılsa eksik
kalır. Her ne kadar anlatılan, yazılan şeyler aynıymış gibi olsa da zamanın
ruhu eşliğinde hüzünler ve sevinçler farklı zuhûr eder. İstanbul, bir çocuğun
gözünde başka, gelinlik bir kızın hayallerinde
başka, aşk makamında kıyama duran bir şairin dizelerinde başka, vuslat vakti
yaklaşan bir pir-i fâninin ruhunda başkadır. Anlatılmaz, yaşanır.
Kendine
has özellikleriyle hep dünyanın ilgisini üzerine çekmeyi başaran “2 Kıta, Bir Şehir” İstanbul; içinde
barındırdığı güzellikleri bütün aymazlıklara rağmen cömertçe paylaşıyor.
*
Bugün
İstanbul’un kalbi Eminönü’nde, boğazın mavi sularını gururla seyreden tarihî
bir binada, ülkemiz tarihinin her döneminde başrol oyunculuğu üstlenen çok özel
bir kurumun adı yazılı: “İstanbul
Ticaret Odası”. 142 yıllık birikimiyle Türkiye ekonomisinin köklü çınarı
İstanbul Ticaret Odası(İTO) aynı zamanda eğitimle birlikte bir kültür elçisi
gibi yitik hazinelerin izini sürüyor.
Dersaadet Ticaret Odası’nı 1882’de kurarak gelecek nesillere miras
bırakan Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın
emanetine sahip çıkan İTO, medeniyet tasavvuru ile birbirinden güzel eserleri
okuyucusuyla buluşturuyor. Gelenekten beslenen ve derin köklere sahip olan İTO,
bir ticaret odasından daha fazlası olduğunu ortaya koyduğu faaliyetlerle
gösteriyor.
İTO
Yönetim Kurulu Başkanı Şekib Avdagiç
zenginliğin sadece paradan ibaret olmadığı bilinciyle eğitim, kültür ve sanat
alanlarında da önemli hizmetlere destek veriyor. “Herkes yaşadığı bölgedeki ‘emanetlere’ sahip çıkmalı” düsturuyla hareket ederek, İstanbul’un tarihî ve
kültürel mirasını kayıt altına almaya devam ediyor.
*
İstanbul Ticaret Odası
Yayınları arasında çıkan
birbirinden farklı, birbirinden özel, birbirinden güzel eserlerin satır
aralarında gezerek, dünden bugüne İstanbul’u yeniden keşfetmeye ne dersiniz...
İstanbul Ticaret Odası
Yayınları tarafından 2023’de
yayımlanan “Tarihî Miras İstanbul”
isimli eser, Gazeteci-Yazar Nazan Öçalır’ın
kalemiyle emsal eserlerden farklı kılınırken, Mustafa Öztürk’ün objektifine yansıyan kartpostallık karelerle
bezenmiş.
İstanbul’un
7 tepesinde gezinirken hep şu soruyu sorarım kendime; “Şu cami ve külliyeleri, sarayları, surları, dikilitaşları, kiliseleri, sarnıçları,
çeşmeleri, sebilleri, ahşap evleri, hanları ve hamamları vs. çıkarsak İstanbul’dan
geriye ne kalır?..” Kendi kendime sorduğum bu sorunun cevabı aslında
nettir: “Hiç”. Gerçekten de İstanbul’dan
vakıf eserlerini çıkarın geriye kocaman bir hiç kalır.
Tarih
boyunca Doğu ile Batı medeniyetlerini birbirine bağlayan doğal bir köprü, Karadeniz’i Marmara ve
Akdeniz’e ulaştıran bir ticaret yolu
ve büyüleyici 8 bin 500 yıllık geçmişe
sahip bir şehri anlatmak kolay değil.
Roma uygarlığı ile meyvelerini veren,
Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapan İstanbul, çok farklı din
ve kültürden insanı aynı anda bünyesinde barındırmakla kalmayıp, asırlar
boyunca cazibesiyle bütün devletlerin ilgisini çekmiştir.
Eserde,
İstanbul’un nasıl geliştiği, nasıl ihya edilip şenlendirildiği, yaşadığı deprem,
yangın ve sel baskınları sonrasında defalarca yıkılıp yeniden yapılarak nasıl
kabuk değiştirdiği “İstanbul’un Tarihsel
Gelişimi, İstanbul’un Çifte Çıkmazı, İstanbul’da Sosyal ve Kültürel Yaşam, Osmanlı’nın
İstanbul’u, İstanbul’da Eğitim Ve Eğitim Kurumları, İstanbul’da Gayrimüslimler,
İstanbul’da Üretim, Ticaret, Zanaat ve Sanayi, İstanbul’da Kamu Kurumları,
Haberleşme ve Ulaşım, Doğası ve Mimarisiyle Adalar, İmparatorluğun Vitrini
İstanbul’dan Geriye Ne Kaldı?” ana başlıkları altında ifade edilmeye
çalışılmış.
*
Mısır’ı
nasıl Nil’siz düşünmek mümkün değilse, İstanbul’u da Haliç’siz düşünmek mümkün
değildir. 8 bin 500 yıllık tarihi
boyunca 3 büyük (Roma, Bizans ve Osmanlı) imparatorluğa payitahtlık yapan İstanbul, özellikle
yarımadasındaki “yitik hazine”lerini
hâlâ dünyanın dört bir yanından gelenlere sergilemeye devam ediyor.
Doğu
ve batıya dair en güçlü medeniyetlerin izlerini kendisinde toplayan İstanbul,
bu özelliğiyle dinî, tarihî, mimarî, ticarî ve kültürel motifleri anaç bir
şehir olarak hiç eskimeyen hayat sahnelerinde barındırıyor. İnsanların, bu
şehri ağzı açık izlemelerindeki en önemli faktörlerin başında beldenin “açık hava müzesi”nde barındırdığı eşsiz
zenginlikleri davetkârca sergilemesi geliyor.
Gecekondular,
alışveriş merkezleri, plazalar ve rezidansların; tarihî eserleri ve buralarda
yaşayan kültürü yok etme kavgası her gün biraz daha kızışıyor. Bu yaşanan
olumsuzlukların ana sebebi tabii ki, yeni ev sahiplerinin savruk fikirlere
teslim olmalarından kaynaklanıyor.
*
İstanbul
Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı Şekib
Avdagiç, kitabın takdiminde öyle ifadeler kullanmış ki bunun üzerine daha
fazlaca bir şey söylemeye gerek yok.
“İstanbul’u
şehirler arasında müstesna konuma taşıyan özelliği ne sadece içinden deniz
geçen bir şehir olması ne de sadece iki kıtayı birleştiren bir coğrafyada
bulunmasıdır. Bütün bu özellikleriyle birlikte İstanbul’u şehirlerin yıldızı
kılan sakinlerinin şehre kattığı değerdir.
Kuşkusuz
İstanbul’a değer katanların başında şehri yeniden cihanın merkezi haline
getiren Türkler ve Ebu’l Feth Fatih
Sultan Mehmed gelir. Orta Çağ’ın ve antik Yunan ve Roma ile özdeşleşen Batı
uygarlığının görkemli şehri İstanbul, Latin istilâsı sonrasındaki metruk
vaziyetten Fatih ile birlikte kurtulup ayağa kalktı ve İslâm kimliğini kazandı.
Böylece İstanbul’a ölümsüz ruhunu veren eserler, Dersaadet ve Bilâd-ı Selâse
(Tarihî Yarımada ile Eyüp, Beyoğlu ve Üsküdar) ile Boğaziçi ve şehrin iki kıta
kıyılarında yükselmeye başladı. Fatih’ten sonra sokak ve mahallelerde yükselen
her mescid ile her medrese ile her imâret ve saray ya da sahilhâne ile birlikte
bir medeniyet de İstanbul’da kök saldı. İstanbul’un ruh iklimi, Türklerin inşa ettiği
yapılarla yeniden şekillendi, şehrin sakinleriyle bütünleşti ve onlara yeni bir
yaşam tarzı hediye etti.
Osmanlı’nın
1453’ten Cumhuriyet’e 470 yıl süren hakimiyeti, kenti bir gergef gibi dokudu ve
üzerinden yüzlerce yıl geçse de onu dimdik ayakta tutacak bir özellik
kazanmasını sağladı. Söz gelimi iktisadî hayatı düzenleyen çarşı, bedesten,
arasta gibi yapıların yanı sıra yaşamın her ânına canlılık katan çeşme, kule,
saat kulesi, dergâh, tekke ve mezarlıklar şehirdeki silinmez İslâm nakışları
oldu.
Kuşkusuz
geçen zaman ve değişim rüzgârları şehirleri değiştirir. İstanbul da bu
değişimden nasibini aldı. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında ihtişamlı
birikimiyle uyumlu abidevî eserler şehrin doğal silüetini belirlemeye devam
etti. Ne var ki şehir 20. Yüzyılın sonlarından itibaren dikey mimarinin
getirdiği yoğunluk ve karmaşaya boyun eğdi. Beton ile cam gökdelenlerin
birbiriyle yarıştığı günümüzde hızla genişleyen İstanbul’un kendi medeniyetine
has ruhu da baskılandı...”
Başkan
Avdagiç hem sitâyiş, hem de
serzenişle eserin ruhuna dokunurken, yazar Nazan
Öçalır önsözünde, “Geçmişten geriye
ne kaldı?..” sorusunu sorarak, sadece sormakla da kalmayıp İstanbul’un
sokaklarında gezerek; masada değil, sahada tespit ettiklerini tarihe not
düşmüş. Her ne kadar binlerce yıllık
köklü bir tarihi, bir cilt kitaba sığdırmanın mümkün olmadığını ikrar etse de, bir
cilt dolusu tarihî mirası okuyucuya aktarmayı başarmış.
*
İstanbul’un
diğer sırlarına vâkıf olmak için yine İTO Yayınları arasında çıkan “360 Derece İle Kuşbakışı İstanbul- Ömer
Erdem (İngilizce ve Türkçe)”, İstanbul
Mutfağında Ahenk ve Lezzet-Ayşe Aydın Böhürler” isimli eserleri incelemekte
fayda var. Bu eserlerdeİstanbul’un
kültürel, sanatsal, mimarî, ticarî, gastronomi ve tarihî sırlarla bezeli daha
bir çok yönü öne çıkartılarak âdeta tomografisi çekiliyor. Kaybolmaya,
unutulmaya yüz tutmuş kadîm hâfızamızın izi sürülüyor.
*
Her
asrın farklı, her sokağın ilginç bir hikâyesi var. Bizler de yaşadığımız bu
çağın bir figürü olarak, tarihin imbiğinden süzülerek, âtiye yürüyoruz. Kim
bilir bu hikâyelerin bugünkü figürleri olarak bizleri de birileri tarihe not
düşecek. Madem öyle, tıpkı İTO gibi güzel ve özel şeylere imza atmak gerek.
*
HÂMİŞ:
DİRENİŞ VE DİRİLİŞ ŞEHRİ
İSTANBUL KIYAMDA
Siyonist
İsrail, Gazze’de yaptığı soykırımı perdelemek, manipüle etmek için kendisine tehdit olarak gördüğü Türkiye’de
kaos çıkarmak için ne kadar karanlık el, ne kadar ajan, ne kadar köstebek varsa
devreye soktu.
Önce 22 ve 23 Aralık’ta,
Kuzey Irak’ta Pençe-Kilit
Harekâtı bölgesinde çıkan çatışmada 12 Mehmetçiğimiz şehid edildi. Arkasından
29 Aralık’ta Riyad’da oynanacak Süper Kupa Final maçı bahane ederek “Laiklik Elden Gidiyor” goygoyculuğu
yapıldı.
*
Tarihler
1 Ocak 2024’ü gösterirken... Bir tarafta havai fişekler, diğer tarafta bombalar
gecenin fıtratını bozarken; neşe ile mâtem koyun koyuna sabahladı. Dünya yeni
yılın coşkusuyla kendinden geçerken; Gazze’de çocukların çığlıkları bombalarla
susturuldu. İlk kıblemiz Mescid-i Aksa’nın ezanları da...
Ayasofya-i
Kebîr Câmi-i Şerîfi’de, Sultanahmet’te, Süleymaniye’de, Yeni Camii’de işte
böyle gecenin sabahında kıyama durdu. Kıyamlara, rükûlara, secdelere dualar
eşlik etti. Şafağın sökmesiyle kükremiş sel gibi Galata Köprüsü’ne akan
yüzbinler “Şehitlerimize Rahmet,
Filistin’e Destek, İsrail’e Lanet” için yürüdü.
Karadan
yürütülen gemilerin surları döğdüğü Haliç’te...
Yarımadayı
Galata’ya bağlayan tarihi köprüde...
Direniş
ve Diriliş Şehri İstanbul’da...
Âkif’in
Âsım’ı gibi, “Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim, / Onu dindirmek için
kamçı yerim, çifte yerim!.. / Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım. /
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım. / Zalimin hasmıyım amma severim
mazlumu...” dizelerini bir kez daha haykırdı.
Birliğimize
ve dirliğimize kast eden bu menfur olaylar karşısında İstanbul’da 1 Ocak’ta, “Şehitlerimize Rahmet, Filistin’e Destek,
İsrail’e Lanet” yürüyüşü ile bütün mazlumlara; “acımız bir, mücadelemiz bir, direnişimiz bir, dirilişimiz bir”
mesajını en güçlü bir şekilde verildi.
4
yıl 10 ay 23 gün işgal altında kaldıktan sonra 6 Ekim 1923’te tekrar
özgürlüğüne kavuşturulan İstanbul, esaretin, zulmün ne demek olduğunu iyi
bildiği için direniş ve dirilişin meşalesini bir kez daha yaktı.
Canlarımıza,
izzetlerimize tasallut eden katil sürülerine, zulümle pâyidâr olmayacağını
ittihad ruhuyla gösterdi. İstanbul, kıyamıyla bir kez daha zalime korku,
mazluma umut oldu.
*
Çünkü
İstanbul ne kadar namusumuzsa; 89 gündür (Gazze’de 7 Ekim 2023’ten beri 9 bin
100’ü çocuk, 6 bin 500’ü kadın olmak üzere 22 bin 353 Filistinli katledilirken,
yaralı sayısı ise 58 bine yaklaştı) bombalanan, minicik bedenleri paramparça
edilen, ırzlarına geçilen, hürmetleri çiğnenen, çocukları yetim anneleri dul
bırakılan, haneleri başlarına yıkılan, yurtlarından sürülen, dahası soykırıma
maruz kalan Gazze de o kadar namusumuz. Şunu da çok iyi biliyoruz; Mekke
düşerse Medine düşer, Medine düşerse Kudüs düşer, Kudüs düşerse İstanbul
düşer!..
Unutmayalım!..
Ya Nemrutların yaktığı ateşte yanacağız, ya da İbrahimî bir duruşla kurtuluşa
ereceğiz.
***
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD’E
VEFA
Dönem,
Osmanlı ile Rusya arasında cereyan eden “93
Harbi”ne (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) rastlar. Osmanlı’nın finansal
yapısı çok bozuktur ve acilen paraya ihtiyacı vardır. Bunu fırsat bilen siyonist Theodor Herzl, Sultan
Abdülhamid’e giderek, Filistin’den toprak satın almak istediklerini beyan eder.
Ancak, Sultan İkinci Abdülhamid Han, “Şehid
kanıyla alınan topraklar parayla satılmaz” diyerek Herzl’i huzurundan
kovar. Filistin’de Yahudilere toprak satışını yasaklar. Fakat Siyonistler sinsi
planlarını birer birer devreye sokar.
Balkanlar’da
gelişen olumsuzluklarla bunalan Osmanlı, Batılı emperyalistlerin kurduğu
baskılarla yeni bir sürece zorlanır. Yahudi ve İngiliz sermayedarlar el ele
vererek kendilerine itaat etmeyen Sultan İkinci Abdülhamid Han’a karşı linç kampanyası başlatır. “Kızıl Sultan”lıkla itham ederek,
içerdeki hainlerle birlikte zalim, katil, diktatör ve tiran gibi aşağılama
propagandalarıyla yıpratılır.
Osmanlı
Devleti’ni 33 yıl boyunca bir taraftan çeşitli entrikalara karşı ayakta tutmaya
çalışırken diğer taraftan ise bir çok alanda hayalleri zorlayan projeleri ile
milletinin refahını zirveye taşıyan Sultan İkinci Abdülhamid Han, miladî 13
Nisan 1909’da tarihe “31 Mart Vak’ası”yla
(Hicri 31 Mart 1325) vukû bulan menfur
olaylar silsilesiyle tahttan indirilir. Sultan İkinci Abdülhamid Han tahttan
indirilince; önce Filistin, sonra Evlad-ı Fatihan daha sonra da “Millet-i İslâmiye ve Ümmet-i Muhammediye”
yetim kalır.
Dün
Srebrenitsa’da bugün ise Gazze’de yaşanan soykırımın kirli planlarını daha o
gün teşhis edip önlem almaya çalışan Sultan İkinci Abdülhamid Han’ı şimdi daha
iyi anlıyoruz.
*
İTO, Sultan İkinci Abdülhamid Han’a ahde vefasını
gösteren “İstanbul Ticaret Odası
Kurucusu Sultan İkinci Abdülhamid Han” isimli bir kitap yayımladı. Birçok ilim insanının
araştırmaları sonucu ortaya çıkartılan eserde
Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın “Eğitim
Açılımları”ndan “Uluslararası
Strateji”sine kadar birçok konu derinlemesine ele alınmış. Tarihin akışı
içinde bir döneme damgasını vuran, hayalleri gerçeğe dönüştüren, milletine
hizmetten başka bir şey düşünmeyen, siyasî dehâsıyla düşmanlarını çılgına
çeviren Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın bilinmeyen yönleri okurun istifadesine
sunulmuş.
Karşımızda;
dünya siyasetini iyi bilin, mütedeyyin, modern, eğitimci, ıslahatçı bir padişah
var. Bununla beraber, bu eserin odak noktasında, müteşebbis ve proje adamı bir
sultan portresi yer alıyor. Daha şehzadeliğinde temayüz eden müteşebbis
kimliğiyle dikkat çeken Sultan Abdülhamid, bu dönemde Avrupa’yı görmüş.
Yürüttüğü birtakım ticarî faaliyetler sayesinde hatırı sayılır bir maddî ve
manevî birikim sahibi olmuştu. Cülûsuyla beraber, savaşlardan uzak, her sahada
terakkiyi hedefleyen bir politika izlemeye başladı. O, tam manasıyla zor
zamanların sultanı olmasına rağmen, bu politikanın meyvelerini kısa sürede
aldı. Bunun en bariz öreklerinden biri de İstanbul Ticaret Odası’dır.
Modern
Türkiye’nin temellerinin atılmasında büyük pay sahibi olmasına rağmen hakkında
hâlâ yeterli ve derinlemesine araştırmalar bulunmayan Sultan Abdülhamid için, “ahde vefa”nın en güzel örneklerinden
birisi sergilenmiş.