“Diplomatik vandallık” ile buraya kadar
Uluslararası güç karşılaştırmaları itibariyle caydırıcı gücü kadardır devletler,
Yani, devlet olarak savunma gücünüz kadarsınız.
Ülkeniz dış tehditlere karşı ne kadar dayanıklı?
Ülkenizi tehdit eden güçlerin hesaba katmak zorunda kalacağı hangi silahlara, caydırıcı unsurlara sahipsiniz?
Evet, savunma konusunda açığınız, gediğiniz ne kadar fazla ise o kadar zayıfsınız demektir.
Uluslararası ilişkilerde farklı formatta dile getirilen bu durumu şöyle açabiliriz:
Eğer bir devletin savunma, caydırma gücü dış tehditleri bertaraf edecek kapasiteye sahip ise o devlet güvendedir, güçlüdür.
Güçsüz olan bir devletin kendisinden daha güçlü olan, hele hele süper güç olan devletlere karşı kendi haklılığını dile getirmesi bile başına büyük belalar açmaya sebep teşkil eder. Bu yüzden devletlerin önce şemsiyesi dayanıklı olacak, sonra yapılacak atışlara karşı durmaya çalışacak. Yoksa savunmasız kalan devlet yok olur gider.
Avrupa ve bölgemizde son asırda yaşananlara bakarsanız bu yok oluşun sayısız örneklerini bulabilirsiniz. Ama isterseniz son yıllarda yıkıma uğrayan ve/ya yok olan devletlerin durumuna bakabilirsiniz.
Mesela Lübnan, yol geçen hanı gibi. BM’nin desteğine rağmen kendisini ne İsrail’den ne Hizbullah’tan koruyamayan biçare bir devlet olmaktan kurtulamıyor. Keza Suriye, Irak, Libya savunma alanında yetersiz oldukları için darmadağın oldular.
Türkiye, saydığımız zayıf ülkelerden hiçbiri gibi değil, lakin ülkenin savunma sanayisindeki dışa bağımlılığı daima bir sorun olarak karşımıza çıkmıştır. Rahmetli Nuri Dilligil Paşa ile rahmetli Necmettin Erbakan Hoca bu konu üzerinde ciddi ciddi kafa yormuşlardı ve Nuri Paşa canından, Erbakan Hoca da başbakanlığından olmuştu.
Ak Parti iktidarları döneminde savunma sanayisi ile ilgili kararlı çalışmalar netice verdi. ASELSAN gibi Baykar Savunma’nın büyük emeklerle başlattıkları çalışmalar bu alandaki dışa bağımlılığımızı her gün daha da azaltıyor.
Aslında savunma sanayisini güçlü tutan devletler isterlerse bölgelerinde hatta dünyada adalet ve eşitliğin öncülüğünü yapabilirler. Bugüne kadar başta ABD olmak üzere silah sanayisinde güçlü olan hiçbir ülke dünyada adalet ve eşitliği tesis etme gibi bir şerefe sahip olmadı, aksine, bu ülkeler silahlarını adaletsizliğin, zulmün emrine verdiler.
Geldiğimiz yer itibariyle artık çok farklı bir noktadayız. Bölgemiz, Ortadoğu artık eskiden olduğu gibi ipini koparanın at oynatmak için geleceği bölge olmayacak. Akdeniz ve Ege bundan böyle kıta sahanlığı tartışmalarına sahne olmayacak. Montrö, Lozan miadını dolduracak ve Türkiye komşular ile yeni konsept geliştirerek, Boğazlar yol geçen hanı olmaktan kurtarılacak.
ABD ile buraya kadar
Peki, ABD ile aramız açılmadı mı?
Açıldı, olması gereken buydu. Aslında S-400 konusunda bazı Türk uzmanların ABD’yi yanlış bilgilendirerek, “Türkiye’nin S-400 alamayacağını, blöf yaptığını” söyleyerek ABD’yi yanlış yönlendirdi. Keza, ABD de Türkiye’nin kendilerine, NATO’ya rağmen böyle bir adımı atamayacağını düşünüyordu. Oysa ABD’nin en iyi bildiği reelpolitik durum bunun tam tersi yönde idi. ABD gibi bir devlet Türkiye’nin Başkan Erdoğan liderliğinde hangi adımları atabileceğini kestiremiyorsa “kargalarını” değiştirmelidir.
Dolayısıyla ABD ile 1950’lerde başlayan orantısız ve dahi adaletsiz ilişkiyi burada noktalıyoruz. Ya ABD Türkiye ile ilişkilerini mütekabiliyet esasına oturtacak ya da şartlarını ABD’nin belirleyeceği dostluğun devam etmesine gerek kalmayacak ve ABD’nin, “Diplomatik vandallık”la bugüne kadar sürdürdüğü ilişki biçimine bundan böyle izin verilmeyecek.
Başkan Erdoğan’ın “Türkiye tarihinin en büyük anlaşması” dediği Ruslarla S-400 ve sonrası için planlanan konsept gelecekteki ilişkilerin habercisi niteliğindedir. Türkiye Batı’dan kopmadan ve Batılı bir ülke olmadığını unutmadan ilişkilerini geliştirmelidir.
Sonra mı?
Sonrasında Türkiye, “AvRUSyacı” değil, lakin “Avrasyacı” politikaları geliştiren merkez ve öncü bir ülke olmalıdır.