Dolar (USD)
34.76
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2948.16
BIST 100
9878.6
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
15 Eylül 2022

Diplomatik statüko

1960 yılından beri bildiğimiz bir hikayenin farklı bir pasajını gördüğümüz günlerin içerisindeyiz. Türkiye ve Yunanistan arasında dönem dönem küçük çaplı askeri harekatların bile yaşandığı o malum mesele: Ege’deki adaların statüsü.

Aslında konunun hukuki kısmını neredeyse hepimiz biliyoruz. Mevcut düzen içerisinde üç statü var:

1- Boğaz önü adaları (Limni, Semadirek, Gökçeada ve Bozcaada) Lozan’ın 4. maddesi gereğince silahlanamaz.

2- Sakız, Sisam ve İkarya Adalarında, Lozan’ın 13. maddesi gereğince polis ve jandarma kuvveti bulunabilir ama deniz üssü ve askeri tesis bulunamaz.

3- İtalya’dan (Türkiye’ye verilmek istenen ama…) Yunanistan kontrolüne geçen 12 adalar, Paris Antlaşmasının 14. maddesi gereğince silahsız olması gereken adalar.

Burada Yunanistan’ın Paris Antlaşmasında Türkiye’nin taraf olmadığı iddiası üzerinden yürüttüğü; uluslararası hukuktan, gerçeklikten ve reel jeopolitikten uzak iddialarından bahsetmeye gerek bile yok. Bunlar; köstebek yuvası haline gelmiş, damarlarında gezen “demokrasi havarileri”nin camlarında oluşturduğu buğu sebebiyle etrafında olup bitenleri göremeyen vasat bir yönetimin hazin ve çaresiz çırpınışlarından başka bir şey değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “aklını başına al” uyarısını da aslında bu bağlamda değerlendirmek faydalı olacaktır.

Türkiye tarafından bakıldığında; üzerinde tartışma olması mümkün olmayan, milli menfaatler doğrultusunda mevcut hükümetin bu yöndeki politikalarının koşulsuz desteklenmesinin doğal olduğu bir mesele gibi görünüyor, değil mi? Değilmiş. Bir eski diplomat ve yeni CHP üyesi olan Yalım Eralp, Yunanistan’ın bile zaman zaman bu kadar açıktan dile getirmeye çekindiği minvalde bir açıklama yaptı:

“Adalar Yunanistan’ındır. Aksi yönde hareket etmek Türkiye’yi mütecaviz bir konuma sokar.”

Türkiye’nin adalarda egemenlik iddiasının olmadığı, adaların silahsızlık şartının tek taraflı olarak bozulduğu gibi konulardan bihaber böyle bir açıklama yapıldığına ihtimal vermiyorum. Bu tam olarak “diplomatik statüko” refleksi ile yapılmış bir açıklama. İnsan, ister istemez haklılığı tartışılmaz bir pozisyonda olmasına rağmen bunları söyleyebilen bir diplomat eskisinin yıllarca hangi masalarda Türkiye’nin hangi “menfaatleri” konusunda nasıl çalışmalar ortaya koyduğunu merak ediyor. Kendisi bu konuda tek örnek değil tabii ki.

Mavi Vatan konusunda Türkiye’yi “saldırgan ve yayılmacı” olarak nitelendiren, Türkiye Karabağ’a cihatçı gönderiyor iftirasını dillendiren, Suriye’deki askeri varlığımızı eleştiren, S-400’ler konusunda üstü kapalı bir şekilde Türkiye’yi tehdit eden diplomat eskilerini mütemadiyen okuyor ve dinliyoruz. Bütün bunların bize anlattığı yegane şey aslında hiçbir şeyin tesadüf olmadığı. Uzun yıllar üvey evlat muamelesi gören, dünyadan kopuk ve yalnızlaştırılmış bir ülke olmamızın belki tek değil ama önemli sebeplerinden bir tanesi; diplomatik statüko refleksi ile hareket eden, hayattaki tek gayesi “sahiplerinin memnuniyeti” olan kimliksiz, aidiyetsiz ve korkak bazı hariciyecilerin varlığıdır elbette. Türkiye’nin güçlü lider ve güçlü merkezi yönetim pozisyonundan sonra dış politikada bu statükonun kırıldığını görmek, gelecek günler için çok büyük bir önem arz ediyor.

Batıdan ithal, diplomasi uzmanı sözde barış elçilerine Roosevelt’ten bir alıntı:

“Yalnızca mistikler, hayalciler ve entelektüeller barışın insanın doğal hali olduğunu ve barışın tarafsızca konsesüle sağlanabileceğini ileri sürerler.”