Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
12 Nisan 2019

Diplomasi dehası Abdülhamid

Yunan İsyanı, 1828-9 Rus Savaşı ve Mehmet Ali Paşa’nın isyanı gibi iç ve dış etkenlerle Osmanlı’nın zayıflıkları 1820’ler ve 1830’lardan itibaren görünür hale gelmişti.

Sultan 2. Abdülhamid, tam da büyük zayiatların verildiği, önemli toprakların kaybedildiği ve mali olarak kriz boyutunda problemlerin yaşandığı bir dönemde tahta çıktı. 1877’de Rusya ile yapılan savaşın ve 1878’de imzalanan Berlin Anlaşması’nın müsebbibi olduğu bir dış felaket ile karşı karşıya kaldı.

Peşinden gelen siyasi kargaşa ortamı, meşrutiyet taraftarlarının faaliyetleri ve Sultan Abdülaziz’in şüpheli intiharı, Düvel-i Muazzama (Büyük Güçler) için “Hasta Adam”ı artık ortadan kaldırmak için uygun bir zemin hazırlamış gibi görünüyordu.

Abdülhamid özgün bir dış politika yürüttü

En olumlu bakış açısıyla, Osmanlı Devleti bir büyük gücün himayesine girerek ancak birkaç yıl daha hayatta kalabilirdi. Bu rol için Rusya ve İngiltere öne çıkı-yordu. Fakat Sultan 2. Abdülhamid bu beklentiyi boşa çıkardı.

Tunus, Mısır ve Doğu Rumeli’de toprak kayıpları devam etse ve Anadolu ve Makedonya’da otoritesine gelen tehditler sürse de, Abdülhamid devletini 33 sene daha büyük ölçüde bağımsız ve bütün halde kalmasını sağlayacaktı. Sultan Abdülhamid bu süreçte özgün bir dış politika ortaya koymuştu. Seleflerinin aksine, büyük güçlere tamamıyla bağımlı olmaktan kaçınmış, “tarafsızlık ve dengecilik” dediği bir tavır benimsemişti.

1878’de tüm Düvel-i Muazzama, Osmanlı Devleti’nin içeriden çökeceği, ya da en azından Rus veya İngiliz himayesine gireceği tahmininde bulunurken Sultan 2. Abdülhamid büyük bir maharet sergileyerek herhangi bir büyük gücün tahakkümü altına girmemeyi başarmıştı.

Sultan 2. Abdülhamid’in bu neticeye olan katkısı küçümsenmemelidir. İnatla diplomatik bağımsızlığını savunarak ne İngiltere’ye ne de Rusya’ya mutlak zafer elde etme imkânı vermemiş ve güç dengesinin devam etmesini sağlamıştı.

İngiltere’ye karşı konulmalı Rusya memnun edilmeli...

Büyük güçler arasında İngiltere en sarsıcı olanıydı, ancak Rusya en tehlikelisiydi. Her iki ülke de Almanya’ya eşit derecede muhtaçtı.

İngiltere’ye karşı konulmalı, Rusya memnun edilmeli, Osmanlı ikisinin de tahakkümü altına girmemeli ve her fırsatta Alman desteği alınmalıydı. Sultan 2. Abdülhamid bu ince diplomasiyi uzun yıllar başarı ile yürüttü.

1888’den itibaren Sultan 2. Abdülhamid, Almanya ile ilişkilerini geliştirmiş, II. Wilhelm’i misafir etmiş ve Osmanlı’nın kapılarını Alman yatırımlarına açmıştı. 1887’deki vaziyet Abdülhamid’in Avusturya-Macaristan’ın gerçek büyük bir güç kabul edilmemesi gerektiği kanaatini haklı çıkarmıştı.

“Ermeni krizi” ile işler bozulmaya başladı

Tarafsızlık” siyaseti 10 sene boyunca Sultan Abdülhamid’in işleri gayet dengeli bir şekilde götürmesine imkân sağlamıştı. Ancak 1894-1896 yıllar arasındaki “Ermeni krizi” işleri bozmuştu.

19’uncu asır biterken Sultan 2. Abdülhamid’in dış politikada düşünmesi gereken tek şey sadece Düvel-i Muazzama ile olan ilişkiler değildi. Artık Balkanlar’da Yunanistan, Sırbistan ve hepsinden önce Bulgaristan büyük güçlerden iplerini kopararak harekete geçmişler, kendi silahlı güçlerini takviye etmişlerdi.

1902’nin başından itibaren Makedonya probleminin hızla büyümesiyle Balkanlar’daki herhangi bir savaş Osmanlı için güvenlik tehdidine dönüşmüştü.

Sultan Abdülhamid askeri gücü arttırma yoluna gitmiş ve Balkanlar’daki diplomasi mekiğine hız vermişti.

Sultan Abdülhamid’i deviren aptallar

1908 Temmuz’unda istibdat yönetimine son veren ve 1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe koyan Jön Türkler İhtilali yaşanırken bile bu fikri savunmaya devam etti. Sultan bir yıl sonra tahttan indirildi. Halefi olan İttihat ve Terakki yönetimi dış politikayı idare etmede başarılı olamadı. 1911’de Trablusgarp İtalya’ya kaybedildi. 1912-1913 yıllarındaki Balkan Harbi nihayetinde Osmanlı’nın Avrupa’daki neredeyse tüm toprakları Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ arasında paylaşıldı. 1914’te Birinci Cihan Harbi’ne Avusturya-Macaristan ve Almanya’nın yanında girilmesi kararı alınmıştı. Bu harbin sonunda da Osmanlı son mağlubiyetini aldı ve parçalanma sürece hızlandı.

Sultan Abdülhamid kendisini tarihe 31 Mart Vak’ası olarak geçecek olan olaylar silsilesiyle devirenlerin aptal olduğuna inanıyordu. Haksız da değildi.

Osmanlı’nın çöküşü büyük neticeler doğurdu

Osmanlı Devleti’nin çöküşü modern tarih içinde gayet ehemmiyetli haiz bir hadisedir. 16’ncı asırdan 20’nci asra kadar Osmanlı Devleti Avrupa, Asya ve Afrika’da oldukça geniş topraklara hükmeden devletlerden biri olmuş ve Müslüman halklardan başta Türkler, Araplar, Arnavutlar, Kürtler ve Boşnaklar, gayr-i Müslim halklardan ise Ortodoks Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Rumenler, Gregoryen ve Katolik Ermeniler, Katolik Maruniler, Hırvatlar ve İspanyolca ve Arapça konuşan Museviler olmak üzere onlarca milleti yönetmiştir.

Osmanlı Devleti’nin çözülüşü ve nihai olarak çöküşü sadece bu durumu bir hürriyet umudu ya da toptan yok olma tehdidi olarak algılayan kendi tebaası için değil, aynı zamanda komşusu olan büyük Avrupa güçleri için de önemli neticeler doğurmuştu.

Çözülüşün başlangıcı 16’ncı asrın sonlarına kadar götürülür ya da en azından ilk ciddi askeri mağlubiyetlerin alındığı ve Avrupa’da geniş toprak kayıplarının yaşandığı Karlofça Anlaşması’nın imzalandığı 1699 tarihinden başlatılır. Bu çözülüş Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devam etmiştir.

Yasamee, ilginç bir Abdülhamid portresi çıkarmış

1876-1909 yılları arasında Osmanlı Devleti’ni yöneten Sultan 2. Abdülhamid kendi devrinde olduğu gibi bugün de hâlâ tartışmaların odağındaki bir figürdür.

Sultan 2. Abdülhamid dönemi ile ilgili yaptığı çalışmalarla tanınan Feroze A. K. Yasamee, Abdülhamid’in Dış Politikası kitabıyla arşiv belgelerinin eşliğinde ve son derece itidalli bir üslupla Düvel-i Muazzama karşısındaki Osmanlı’nın nasıl ayakta kaldığını anlatıyor.

Ayastefanos, Berlin, Kıbrıs Anlaşmaları, Almanya ile kurulan yakınlık, Mısır krizi, Rusya ile yaşanan gerginliğin yumuşatılması, Sudan’daki gelişmeler, Doğu Rumeli krizi ve çözümü, Batum, Boğazlar, Mısır, Bulgar Krizi, Akdeniz Mutabakatı, Üçlü İttifak, Mısır Anlaşması gibi son derece kritik konuları derinlemesine analiz eden Yasamee, ortaya çok ilginç bir Abdülhamid portresi çıkarıyor.

Sadece Osmanlı arşivlerinden değil Almanya, İngiltere, Avusturya, Yugoslavya, Bulgaristan ve Rus arşivlerinden de yararlanarak hazırlanan ve dönemle ilgili yerli-yabancı tüm çalışmalarda mutlaka atıfta bulunulan bu eser, Sultan 2. Abdülhamid’e dair farklı bir bakış açısı ortaya koyuyor.

Abdülhamid’in Dış Politikası-Düvel-i Muazzama Karşısında Osmanlı (1878-1888)” isimli bu eser Osmanlı Devleti’nin 34. Padişahı Sultanı 2. Abdülhamid’in 33 senelik saltanatının sadece ilk 12 senesini kapsıyor.

Kronik Kitap tarafından yayınlanan “Abdülhamid’in Dış Politikası- Düvel-i Muazzama Karşısında Osmanlı” kitabının çevirisi serbest gazetecilik yapan Yusuf Selman İnanç tarafından yapılmış.

*******************************************

SAVAŞA GİDEN YOL

OSMANLI Devleti, dünya ilişkilerinde 500 yılı aşkın bir süre başat bir güç oldu. Gücünün doruğundayken üç kıtaya yayılan toprakları Basra Körfezi’nden şimdiki Cezayir’e, Avusturya sınırından doğuda Hazar Denizi’ne ve güneyde Sudan’a kadar uzanmaktaydı. Ancak 19. yüzyılın başlarında nihai çöküş başladı.

Bâbıâli egemen olduğu Kuzey Afrika eyaletlerindeki denetimini çoktan yitirmiş ve Balkanlar’daki Avrupa topraklarının kalıntısı üzerindeki hâkimiyeti büyük ölçüde 17. yüzyılın sonlarından beri amansız düşmanı olan ve 1917’de yıkılana kadar öyle kalan Rusya’nın çabaları yüzünden gevşemiş durumdaydı.

Rusya kendine biçtiği Hıristiyanlığın savunucusu statüsünden dolayı Balkanlar’da hesaba katılması gereken bir güçtü; bu rolü Bizans’ın 29 Mayıs 1453’teki düşüşünün ardından üstlenmişti...

Hasta Adam” ilân edilen Osmanlı Devleti, “Haçlı İttifakı”na omuz veren ayrılıkçı unsurlar sayesinde tarihin en travmatik olaylarını yaşayarak uzuvlarının büyük bir bölümünü kaybetti.

Ortadoğu’da savaş, Kitabı Mukaddes’e göre cennetin bulunduğu yere bir saldırıyla başlamış ve mahşerin yaşanacağı söylenen yerde sona ermiştir. Bu hikâyenin ayrıntılarını yazar Roger Ford, “Cennetten Mahşere” eserinde irdelemiş. Mezopotamya’da şimdiki Irak’ın kurulmasına yol açacak muharebe; Kafkasya’da toprak kazanma kavgası; başarısızlığa mahkûm Gelibolu harekâtı; Osmanlı Devleti’nin çöktüğü Filistin’deki son perde. Ve bu savaşın mirası, sonraki kuşaklar boyunca tüm dünya ilişkilerini şekillendireceğe benziyor.

Roger Ford tarafından kaleme alınan “Cennetten Mahşere - Ortadoğu’da Birinci Dünya Savaşı” isimli eser Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.

***************

OSMANLI’DA SON FASIL

OTUZ yıl önce Sultan 2. Abdülhamid dönemi başlarken hayatından umut kesilmiş Avrupa’nın “Hasta Adamı” arkasında güçlü bir yeni müttefikle tam iyileşme yoluna girmiş gibiydi. Ne var ki, Yıldız’ın duvarları dışında, toparlanmadan emin olmayan başkaları neşterlerini bilemekteydi. Bıçak altındaki birçok hasta gibi, Osmanlı Devleti’nin de tek umudu tedavinin hastalıktan daha iyi olmasıydı.

Osmanlı’da Son Fasıl kitabı, 20. yüzyılı Osmanlı’nın gözünden şaşırtıcı bir yaklaşımla yeniden anlatırken, Birinci Dünya Savaşı’nı ve günümüz Ortadoğu’sunu daha iyi kavramamızı sağlayacak yeni görüşler sunuyor.

Osmanlı ve ardıl devletler 1911-1923 yılları arasında başta Birinci Dünya Savaşı olmak üzere bir dizi savaş deneyimi yaşadı. Sean McMeekin iyi bildiğimizi sandığımız bu deneyim hakkında aslında ne kadar az şey bildiğimizi gösteriyor. Yazarın yeni açılan Osmanlı ve Rus arşivlerinde yıllarca yürüttüğü araştırmalara dayanan Osmanlı’da Son Fasıl, savaş sonrası Ortadoğu’da istikrarsız bir yeni düzene yol açan büyük stratejik anlatıya ışık tutuyor.

İngiliz, Alman, Fransız, Amerikan ve Avusturya-Macaristan kaynaklarından da yararlanan McMeekin, modern Türkiye’nin doğuşunu ve kalan Osmanlı topraklarının durumunu çok çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Osmanlı’nın çözülüşüne eşlik eden etnik-dinsel buhran ve zorunlu göç, Balfour Bildirisi, halifeliğin ilgası, Irak ile Suriye’nin paylaşılması gibi meselelerde yeni bir perspektif ortaya koyarak, bu meselelerin günümüze dek yansıyan sonuçlarını bir odağa oturtuyor.

Avrupa’nın dört bir yanındaki arşivlerden çok sayıda yeni malzemeyi bir araya getiren Sean McMeekin, Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan “Osmanlı’da Son Fasıl-Savaş, Devrim ve Ortadoğu’nun Şekillenişi (1908-1923)” isimli kitabıyla güncel öneme sahip tarihsel verileri okuyucuyla buluşturuyor. Kitabın Türkçeye çevirisini ise Nurettin Elhüseyni yapmış.

***************************************

AMERİKAN HEGEMONYASI BİTİYOR

Emperyalist ABD’nin “tek kutuplu” dünyasının sona ermesi, 21. Yüzyıl “Amerikan Yüzyılı” yapabilmesi imkânını yitirmesi, kısaca “Amerikan Rüyası”nın bitmesidir. Ve bu rüyânın bitme trendine girdiği ve beklenen sonun yakın olduğu artık analistler tarafından bütün verileriyle ortaya konuluyor.

Dünyada artık “çok merkezli” yeni bir düzen kuruluyor.

Amerikan Hegemonyasının Sonu” kitabının yazarı Mehmet Ali Güller, ABD’nin merkez olmaya devam ederken, ekonomik gücüyle Çin’in, askeri gücüyle Rusya’nın, siyasi gücüyle Avrupa Birliği’nin ve dev potansiyeliyle Hindistan’ın bu merkezlerin başat rollerini üstleneceğine dikkat çekiyor. “Bugünü değil, yarını yazdık” derken de ABD’nin gücünün gerilediğini, hegemonyasının inişe geçtiğini belirtiyor.

Tabi ki ABD süper güçtür ve süper güçler bugünden yarına yıkılmaz. Adım adım geriler. Bu Roma İmparatorluğu için de, Osmanlı İmparatorluğu için de, Britanya İmparatorluğu için de böyledir. Ve bu süper güçlerin zirveden inmesi yüz yılları bulmuştur.

Bayrak değişimi kanlı mı olacak, kansız mı?..

Fakat çağımız artık hızlı bir çağ. Ve artık ABD’nin hegemonyasının sonunu görmek için yüz yıl beklemeyeceğiz. 2020’lerde denge kurulacak ve 2030’larda bayrak değişimi olacak. Bu süreçte iki temel problem ortaya çıkacak. Birincisi, ABD bu bayrak değişimini savaşsız kabul edecek mi?.. İkincisi ise, bayrağı alan, bir başka “tek kutuplu dünya” mı kuracak?..

Yazar Güller, bu soruların cevabını bulabilmek için eserinde derinlemesine bir araştırma yaparak okuyucusunun ufkunu açmaya gayret etmiş.

Küreselleşmeye karşı bölgeselleşmenin egemen olduğu, ulusal devletlerin birleşerek emperyalizme karşı direndiği, kapitalizmin son krizden çıkamadığı, bazı kapitalist ülkelerin serbest piyasa yerine devlet müdahalesini savunan bir çizgiye girdiği ve model olarak “sosyalist piyasa” ekonomisinin büyük başarı kazandığı bir dünyada yaşıyoruz.

“Soğuk Ticaret Savaşı” dönemi başladı

Böylesi bir dünyadan, yeni bir süper gücün liderlik edeceği bir dünyaya mı evrileceğiz, yoksa kolektif modeller mi türeyecek?..

ABD ile Çin’in ekonomik olarak boy ölçüştüğü “soğuk ticaret savaşı” dönemi başladı ve bu “çarpışma” dünyanın yeni yönünü tayin edecek.

Kitapta ayrıca beş büyük kuvvet olan ABD, Çin, AB, Rusya ve Hindistan ayrıntılı biçimde irdelenerek, bu beş kuvvetin birbiriyle mücadelesini, Asya’dan Afrika’ya, Güney Amerika’dan Doğu Avrupa’ya tüm çatışma alanları ele alınmış.

Ve Türkiye’yi en çok ilgilendiren çatışma sahası olan Batı Asya’ya (Ortadoğu) geniş ve özel bir yer verilmiş. İskenderun Körfezi, Süveyş Kanalı ve Hürmüz Boğazı üçgeni ve Karadeniz, Hazar Denizi, Aden Körfezi ve Umman Denizi dörtgeni içinde kalan en sıcak çatışma alanlarındaki büyük güçlerin mücadelesi incelenmiş.

21. yüzyılı “Amerikan Yüzyılı” yapma hayali

11 Eylül 2011 saldırılarından bir yıl sonra, ABD bu saldırıları fırsata çevirerek “dünya egemenliğine” soyundu. Bu hedefin gereği olarak ABD Başkanı George W. Bush imzasıyla yayımlanan “Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi” literatüre Bush Doktrini olarak girdi. Bu doktrin 3 önemli unsuru içeriyordu: Birincisi ön alıcı saldırı, ikincisi Amerikan istisnacılığı, üçüncüsü ise “ya benimlesin, ya düşmanla” anlayışı.

ABD “Büyük Ortadoğu Projesi”ni açıkladığında aynı zamanda 21. yüzyılı “Amerikan Yüzyılı” yapma hedefini ilan etmişti. Diğer yandan Kafkaslar’a ve Orta Asya’ya hamleler yaparak 45 yıl boyunca kuşattığı SSCB’nin alanını daraltmaya girişti.

Kuzey ve Orta Avrupa’dan başlayarak Türkiye’ye kadar uzanan o “kuşatma yayı” 21. yüzyıla girerken Doğu Avrupa’da Ukrayna’ya, Kafkaslar’da Gürcistan’a ve Orta Asya’da Afganistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a kadar uzanmıştı.

11 Eylül’le birlikte ABD “tek kutuplu” dünya inşası için fırsat yakalamış, ilan ettiği “Ortadoğu Projesi” ile Fas’tan Endonezya’ya kadar olan geniş bir coğrafyada sınırları ve rejimleri değiştirmeye soyunmuştu.

“Tek Kutuplu Dünya” 15 yıl bile sürmedi

ABD bir yandan da hem Afganistan’ı hem de Irak’ı işgal ederek dünyaya “Pentegon’un 2,5 savaş konseptini” gösteriyor, olası rakiplerine meydan okuyordu.

Fakat bu tablo 1991’den 2004’e kadar sürebildi.

Yani “tek kutuplu” dünya 15 yıl bile sürmedi.

Çünkü ABD emperyalizmi son dönemlerde ürettiğinden fazlasını tüketti.

Yüzde 20’lik üretimle “tek kutuplu” dünya ilan edebilmek matematiksel olarak da hayaldi.

Üretimi azalan her imparatorluk gibi ABD de tarihsel bir gerileme başladı.

Vekillerin sahaya sürüldüğü “ılık savaş”

Dünya 2008 krizinden hâlâ çıkamadı. Bu süreçte, “serbest piyasa kapitalizmi” ciddi gerileme yaşarken, Çin’in “serbest piyasa sosyalizmi” büyümeye ve kalkınmaya devam etti.

Ve nitekim ABD-Çin küresel ticaret savaşı Aralık 2018’den itibaren ABD’nin büyük şirketlerini vurmaya ve etkisini göstermeye başladı.

Bunların neticesi olarak ABD, Çin ve Rusya arasında adı konmamış bir savaş yaşanıyor. Bu vekillerin sahaya sürüldüğü “ılık savaş”tır. Bu “ılık savaş” Asya-Pasifik, Batı Asya/Ortadoğu, Doğu Avrupa, Afrika, hatta Güney Amerika cephesinde kıran kırana sürüyor.

Birinci Dünya Savaşı, emperyalizme karşı kurtuluş savaşlarını ve sosyalist devrimleri doğurdu. İkinci Dünya Savaşı’nın sonucunda sömürgeler bağımsızlıklarını kazandı. Bu yeni savaşın sonucunda ise emperyalizm yenilmiş olacak!..

ABD ve İsrail’in kirli hesapları devrede

Gelelim Suriye’ye!..

ABD ve İsrail’in Suriye stratejisi, “güvenli bölge” inşa ederek Suriye’yi birden fazla parçaya ayırmaktır.

Sekiz yıldır süren “iç savaş” boyunca Suriye, demografik temelli kontrol alanlarına ayrıldı ve göç dalgasıyla oldukça homojen demografik bölgeler oluşturuldu. Sekiz yılın sonunda Suriye’de Sünniler, Nusayriler, Kütler ve Dürziler belirli bölgelerde gittikçe homojenleşti.

Dönemin İsrail Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Moşe Yalon, Suriye’nin yeniden birleşik bir devlet haline gelmesinin imkânsız olduğunu iddia ederek şöyle demişti:

Suriye, omlet olmuş bir yumurta gibi. Omletten tekrar yumurta yapamazsınız. Artık Dürziler güneydeki belirli alanlarda yoğunlaşırken, Suriyeli Kürtler de kuzeyde… Doğuda ise IŞİD gibi Sünni unsurlar var.”

ABD’de ve İsrail’de düşünülen aslında son kerte şuydu: Suriye 4’e, Irak 3’e bölünecek, ortaya çıkan 7 parçanın bazıları birleştirilerek 5 yeni devlet oluşturulacak.

1. Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyindeki bölgeleri içine alan bir Kürt Devleti

2. Suriye’nin doğusunu ve Irak’ın ortasını içine alan bir Sünni Devleti

3. Irak’ın güneyinde bir Şii Devleti

4. Suriye’nin Ürdün sınırında bir Dürzi Devleti

5. Suriye’nin batısında, Akdeniz kıyısında bir Nusayri Devleti.

ABD, Türkiye’yi terbiye etmeye çalışıyor!..

Bu süreçte Türkiye, Rusya ile ABD arasında kendi pozisyonunu belirleyebilen bir ülke olduğunu göstermeye çalışıyor.

ABD’nin Suriye’deki hedefi, Ortadoğu’daki temel hedefinin bir parçasıdır. O temel hedef, Basra’dan Doğu Akdeniz’e kadar bir enerji ve bu bölgede yaşayan Kürt koridoru kurmaktır. ABD bu koridora direnen Türkiye’yi bazen FETÖ, Patriot ve F-35’yla, bazen de döviz sopası göstererek terbiye etmeye çabalıyor.

ABD, “küresel haydut”ların lideri olmanın hazzıyla dünyaya boyun eğdirmeye yelteniyor. Bir taraftan Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ederken, diğer taraftan ise Golan Tepeleri’ni İsrail’in toprağı olarak tanıyor. Kendine küresel dünya düzeni koridorunda yol açmaya çalışarak hoyratça bir savaştan bir diğerine geçiyor. Dünya çok denklemli bir oyunun içine sürükleniyor...

Mehmet Ali Güller tarafından kaleme alınan ve Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından piyasaya sürülen “Amerikan Hegemonyasının Sonu” ilginç anekdotlarla okuyucuya geçmişle gelecek arasında kürsel bir bağ kurduruyor.