Dinlerin devri bitti mi?
Bundan önceki yazılarımda gelen tepkilerden bir kısmı, müslüman toplumların ahlaki zafiyetleri üzerine durmuşlar. Ben müslüman toplumların ahlaki zafiyetlerini inkar ediyor değilim. Ancak eğer samimi olacaksak bunun sistemsel, sosyolojik, kültürel ve siyasal sebeplerini analiz etmemiz gerekir. Bunu inşaallah önümüzdeki birkaç yazıda analiz edeceğim.
Fakat buradan yola çıkarak dinlerin devrinin tamamladığını iddia edenler var. Bu iddia daha çok bazı kızgınlıklardan kaynaklanan refleksif tutumlar diye düşünüyorum. Bu tür kızgınlıkları anlayabilirim. Ancak bu yazıda bu iddianın gerçekliğine isterseniz bir bakalım.
“Dinlerin devri bitti mi?” şeklindeki bir sorunun sorulmasını gerektiren şartlar nelerdir? Yine bu sorunun modern zamanlarda sorulmasının anlamı nedir? Özellikle 18. yüzyıldan itibaren Batı modernitesinin gerçekleştirdiği maddi gelişme 19. yüzyılın sonunda doruk noktasına ulaşmıştı. Öyle ki insanoğlunun bildiği alanlar arttıkça gelecekte dine ihtiyacın azalacağı ve hatta dinlerin devrini tamamlayacağı erken modernleşme teorilerinde iddia edildi.
Peki sonra ne oldu? İki büyük dünya savaşı ve Avrupa’nın göbeğinde çıkan faşist iktidarlar modernitenin totaliter doğasının yeniden sorgulanmasına sebep oldu. Elbette bilim çok önemli mesafeler katetti. Yalnız insanoğlunun bildiği alanlar arttıkça, bilinemeyenler de o oranda arttı. Söz gelimi; bu durum insanın ontolojik bir güvenlik ihtiyacı olarak Tanrı’ya olan ihtiyacını azalttı mı? Heidegger, “bizi ancak Allah kurtarabilir” derken, insanın imkanlarını tüketmeden mi böyle bir şey söylediğini zannediyorsunuz? Gilles Kepel, “Tanrı’nın İntikamı-Din Dünyayı Yeniden Fethediyor” ve “Allah’ın Batısında” isimli kitaplarında farklı coğrafyalarda gelişen sosyal hareketlerin nasıl din temelinde gerçekleştiğine dikkat çekmektedir. Öte yandan postmodernite evrensel bilme iddiası konusunda insanı daha mütevazi olmaya davet etti. Postmodernitede bedihi bilginin sınırı öznelliğin sınırlarına çekildi.
Descartes ve özellikle Kant ile birlikte metafizik spekülasyonlara son vererek “kesinlik” önem kazandı. Bunu sosyolojide Comte ve Durkheim sürdürdüler. Roger Bacon kutsal kitabın yanında Tanrı’nın diğer kitabı olan doğayı vurguladı. Descartes ise doğayı matematiğin diliyle okumayı “kesinlik” bağlamında önemsedi. Matematiğin bugün geliştiği noktayı tabii ki küçümseyemeyiz. Fakat bana gelen kimi itirazlarda ilahiyatın bile matematik diliyle ortaya konulduğu iddiaları dile getirilmiş. Meselâ; İslam ilahiyatının ortodoksisi olan Tanrı’nın varlığını hele birliğini matematiğin diliyle kim ortaya koyabilir? Eğer varsa tezlerini dinlemek isterim. Çünkü böyle bir durumda Tanrı inanç konusu olmaktan çıkıp bilmenin konusu olmaya başlayacaktır. Beni de çok heyecanlandırır.
Bilime ve bilimsel gelişmelere bir bilim adamı olarak tabii ki önem veriyorum. Fakat insanın ve bilmenin sınırlılıkları dikkate alınmadan ortaya konulan iddiaların dış dünyadaki misdaklarının gösterilmediği durumda aşırı yorum olacağını belirtmem gerekir. Bu itirazlardan bir kısmı “gelecekte insanların gelin konuşalım değil, gelin hesap yapalım” diyeceğini belirtiyor.
Bu itirazın üç noktada sorunsala dönüştüğünü düşünüyorum. Birincisi, postmodern epistemolojinin öznelerarasılık sorunsalını nasıl aşacaksınız? İkincisi, aksiyomatik bir bilim olarak matematik ve geometrinin gelecek projeksiyonunda yeni aksiyomlar ve düzlemler oluşmayacağını nereden biliyorsunuz ve mevcut matematikle geleceği nasıl garanti altına alıyorsunuz? Nihayetinde Kuhn’un ifadeleriyle konuşacak olursak, bir paradigma değişimi olduğunda mevcut modellerin geçerliliği yeniden tartışılması gerekir. Hele Feyerabend’e bakacak olursak, iddialarınız temelinden tartışma konusu olur. Üçüncüsü ise, eğer gelecekte “konuşma” sona erip de “hesap” tek yöntem olacaksa, ortada insan diye bir varlık kalır mı? Romantizmin rasyonalizasyona itirazını asla unutmayın.