Dinin Sağla(yama)dığı
İçinde yaşadığımız çağda dine ve onun geleceğine dair farklı yargılar ve tartışmalar yazınlarda da kendisini göstermeye devam ediyor. Günümüzde dünya ölçeğinde dinin kesin itibar kaybettiğini söyleyenlerle hala dine tutunmaya çalışanlar arasındaki geniş tayfta dine dair içerik ve şekilsel değişmeler tartışılabilir.
Post/modern
zamanlarda dini daha çok insana dışarıdan verilmiş kurallar manzumesi olarak
bakmaktan mütevellit, onu bir baskı unsuru şeklinde görenler bulunmaktadır.
Yine insanoğlunun ciddi bilimsel gelişmelere imza atmasıyla birlikte, bilimin
dinin tüm işlevlerini yüklenmesi de beklentiler arasında yer almıştır. Bu durum
“din” unsurunun işlevinin sorgulanmasına sebep olmuştur. Esasen küreselleşme süreci
ile birlikte bahsedilmesi gereken bir nokta daha vardır ki, kurumsal dini
anlayışların mevcut dünyayı ve dünya görüşlerini karşılayabilme kapasitesindeki
yetersizlik de dini giderek insan hayatında zayıflatabilmektedir.
Öncelikle
“din kendimizi bulma ve geliştirme adına bir öneridir” şeklinde bir tanımla işe
başlamak istiyoruz. Bu tanımda vurgulanmak istenen birkaç noktanın altını
çizmek istiyoruz. Birincisi, din insana ve insanlığa rağmen dışarıdan verilen
kurallar, sınırlamalar manzumesi değildir. Böyle bir durumda insan ancak dine
rağmen kendisini geliştirebilecektir. Bugün dine karşı yabancılaşmada
karşılaşılan gerçeklerden birisi budur. Yani din, insani değerler, ahlakilik,
adalet vb. ni sağlayamadığı hatta tam tersine bunlara teşne olduğunda insanlar,
dinin o formatı sebebiyle ona uzak dururlar.
İkincisi,
anlamaktayız ki insanilikteki olumlu boyutlar ile dinin hedefleri arasında bir
uyuşma söz konusudur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “ o halde hanif olarak dine;
Allah’ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtrata yönel…” (30/Rum, 30) Bir
başka deyişle, dinin söylemleri insan fıtratı ile çelişmez. Burada bir noktaya
dikkat çekmeliyiz. Muhammed Kutup’un “İnsan Psikoloji üzerine Etüdler” isimli
yıllar önce yazdığı kitabı insanın çift kutupluluğu üzerine kurmuştur. Dolayısıyla
insanda pozitif nitelikler kadar negatif olanlar da vardır. Temel mesele bu
pozitif boyutları kuvvetlendirerek öne çıkarmaktır. Aslında insan üzerinde
dinin yapmak istediği şey de budur.
Üçüncüsü,
din insanın kendi içerisine doğru derinleşerek kendisini keşfetmesini sağlamak
üzere devreye girmektedir. “Kendini bilmek” tüm dinlerin söylemlerinde bir
şekilde mevcuttur. Kendini bilmeyenler, başta kendileri olmak üzere etraflarını
kuşatan insan ve eşya ile sağlıklı ilişki kuramazlar. Burada gerçekleşecek tek
bir şey vardır; zulüm. Zulüm dini literatürde “bir şeyi ait olduğu yerden başka
yere koymak” şeklinde tanımlanır ki tersi adalettir.
Dördüncüsü,
din kendini bilen insanın dış dünyaya yükümlü bir varlık olarak açılmasıdır.
Böylece din ile birlikte eşya ile sağlıklı ilişkiler geliştirmek, yükümlü bir
varlık olarak dünyayı inşa ve imar etmek gerçekleşecektir. “Biz çok yakında
afak (dış dünya) ve nefislerinde âyetlerimizi, hakikat olduğu ortaya çıkana dek
göstereceğiz.” (41/Fussilet, 53) âyeti aslında insanın içsel dünyası ve
kendisini kuşatan dış dünyada hakikatin nasıl çıpalandığını anlatmaktadır. Bu
sebeple bunlar “âyet” yani birer gösteren, işaret, delil olarak okunurlar.
Beşincisi, insan, keşfettiği bu insaniliğini geliştirmeye hayatını adayacaktır;
yani temel hedefi bu olmalıdır.
Dolayısıyla
din tüm bunlara keşfetme adına insana yapılmış bir öneri olarak düşünülmelidir.
Elbette herkesin böyle bir öneriyi kabul etmeme hakkı bulunmaktadır. Ancak en
azından bizi insaniliğimizden koparan önerilere mesafeli durmalıyız.