Dinimizde insan hayatının önemi- 6
“Haksız yere bir
insanı öldüreni, bütün insanları öldürmüş gibi” kabul eden yüce dinimiz İslam’a göre; insanı yaratan
ve vakti geldiğinde vefat ettirecek olan, Allahü Teâlâdır. O’nun dışında hiçbir
kimsenin, başkasının yaşam hakkına müdahale etme salahiyeti ve yetkisi yoktur.
Bunun
içindir ki; insan hayatı, ancak ve ancak İslam adalet ve ahlakının hâkim olduğu
bir vasatta garanti altına alınabilir. Çünkü İslam’ın öngördüğü
adalet, arzu ve menfaatlere bağlı olmayan asîl bir adalettir. Öfke, kin ve
nefret gibi kötü duyguların burada asla yeri yoktur. Böyle bir adalet fikrine
inanan müslümanlar; bir fert veya bir topluluğa düşman olsalar, kin ve nefret
duysalar dahi; bu duyguları onları adaletsizliğe sevketmez. Allahü Teâlâ, bu
adaletin tatbikini bir sorumluluk olarak müminlere yüklemiştir. Âyet-i kerimelerde
buyuruldu ki:
“Ey iman edenler! Haktan
yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet
nümunesi şâhitler olun! Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke,
sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvaya en uygun hareket budur.
Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah, yaptığınız herşeyden
haberdardır.” (Mâide 8)
“Şu kesindir ki, Biz, peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve
insanların adaleti gerçekleştirmeleri için peygamberlerle beraber kitap ve
adalet terazisi indirdik.” (Hadid 25)
Dolayısıyla
sosyal yapısında madde ve çıkar ön planda bulunan; her türlü erdemden yoksun ve
güzel ahlaktan uzak gayr-i İslamî toplumlarda, maalesef insan hayatının kıymeti
düşer ve yaşama hakkı, söz kalıbını aşmayan bir masal haline gelir.
Böylesi cahilî
toplumlarda gücü ellerinde tutan vicdan yoksunu zâlimler, özellikle diğer ırk
ve milletlere karşı son derece acımasız olurlar ve istedikleri zaman pervasızca
garibanların canlarına kıyarlar. Üstelik bu zalimler, mazlum ve çaresiz insanları
öldürmekle övünürler.
Çünkü bu
gibi vahşî toplumlarda güç ve iktidar sahipleri, kendilerine tehdit gördükleri
zayıf insan ve toplulukları öldürerek bertaraf etmeyi kendilerine verilmiş bir
hak ve manevî bir fazilet olarak görürler. Yani güçsüz ve zayıfların hayat
hakkı, onların iki dudağı arasından çıkacak bir çift söze bağlıdır. Maalesef
böyle ahlaksız bir dünyada yaşıyoruz.
Bu gaddar dünyada
hem fert hem de topluluk olarak, gerçek anlamda hayat hakkını kazanmanın tek bir
yolu vardır: O da çok güçlü olmaktır. Evet düne kadar sinek gibi öldürülen mazlum
ve mağdurlar, zâlimlerin canını ciddi bir şekilde yakabilecek kadar
güçlendiklerinde, hem insan yerine konulur hem de gerçekten hayatlarına saygı
gösterilir.
Binaenaleyh medeniyet
diye bize anlatılan şey, süslü püslü profesyonel bir canavardan başka birşey
değildir. Zira gerçek medeniyet, herkesin ve her kesimin hayat hakkının koruma
altına alındığı bir atmosferde olur.
Evet insan hayatının
tehdit altında olduğu bir yerde, medeniyetten asla söz edilemez. Dolayısıyla
zayıfın ve güçsüzün hayat hakkına saygı gösterilmeyen bir toplum,
evcilleşememiş vahşi bir taplumdur. Böyle bir toplumda orman kanunları
uygulanır ve güçlü olan; zayıf olanı oyuncak
haline getirir, ezer ve canı istediğinde yer.
Böyle acımasız bir
dünyada ekmek ve su kadar ihtiyaç duyulan şey; Allah’tan korkan, âhireti
düşünen, kendisi için istediğini başkası için de isteyen güçlü ve vicdanlı
müminlerdir. Çünkü gerçek müminler, sadece kendi haklarına sahip çıkmakla
yetinmezler, hakkını savunamayacak garibanların hakları için de mücadele
verirler.
Maalesef bir sınıfın
güçlü, bir sınıfın zayıf olduğu toplumsal yapılarda, daima güçlü olan sınıf,
zayıf olanın yaşam hakkı üstünde söz sahibi olma çabasına girer. Tarih boyunca bu
hep böyle olmuştur. İşte Böyle bir ortamda yapılacak en güzel şey, empati
yaparak insanlar arasındaki uçurumları azaltmak, onlar arasında insanî sevgi ve
kardeşlik tohumlarını ekmektir.
Henüz birkaç
aylıkken, hunharca canlarına kıyılan masum çocukların yaşama hakkını
koruyamamak, bütün insanlığı esfel-i sâfiline alçaltan affedilemez bir kara
lekedir, vesselam…