Dolar (USD)
35.14
Euro (EUR)
36.73
Gram Altın
2974.64
BIST 100
9949.01
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
23 Kasım 2019

Dini söylemler niye yetemiyor?

Konuyu işlerken yola çıktığımız vakıa; çokça konuşulan intiharlar. Daha geniş anlamda problem; verilen bilgilere göre giderek kullanım oranı artan depresyon ilaçları. Avrupa’daki kullanım oranları bizim iki katımız. Bu görüntü, evrensel düzeyde bir insan krizi yaşadığımızı göstermektedir. Sormamız gereken birinci soru; insan krizi niçin yaygınlaşmaktadır? İkincisi de, acaba dinler bu krizlerin önüne geçmek konusunda niçin etkin olamamaktadır?

Birinci sorudan başlayalım. Bir insan krizinin çıkmasının asıl nedeni, Tanrı ve dünya ile irtibat kurma biçiminden kaynaklanmaktadır. Bir kere, eski holistik (=bütünlükçü) kavrayış terk edildiği için, Tanrı ve insan olması gereken konumlarında değiller. Giderek postmodernleşen dünyada, insanların birer mikro tanrı haline gelerek, kaybettikleri yerine yeni ama eşyanın hakikatine uygun olmayan anlamlar üretmesi sonucu bir hakikat krizi yaşanmakta; bu da insana yansımaktadır. Bunun doğal sonucu olarak arzu ve anlam satışları doruk noktasına ulaşmıştır. Arzu ve eşyanın hakikatinden saptırılmış anlam, insanları sürekli ulaşamayacakları bir tahayyülün peşinde koşturmaktadır. Kişinin içine doğru genişleyen arzuları, dış dünyada setlerle karşılaştığı andan itibaren bir krize dönüşmektedir. Dünyamızda hakikatmiş gibi anlam taklitleri bulunmaktadır ki, bireyler mikro tanrılar olarak bunları kendileri de üretmektedirler.

“Anlam”ın insan merkezli Kant’çı üretimi, bir yandan eşyaya yeni anlamlar yüklenmesini mümkün kılmakta; ama bu anlamların eşyanın hakikatine uygunluğu noktasında bir krize dönüşmektedir. Temel problem; insan ve eşyanın hem varlığının hem de epistemolojik içeriklerinin teoriye uygunluğunun dikkate alınıp hakikate mutabıklığının dikkate alınmamasıdır. Bu, nefs-i emmare’nin üretimlerini de “hakikat” şeklinde indirgeyerek ve özdeşletirerek insanlığa sunmaktadır. Böylece sübjektif sunuların, insanlığa birer hakikat olarak dayatılması ile karşı karşıyayız. Üstelik bu durum dünya ölçeğinde çok insafsızca sürmektedir.

Holistik dünya görüşünün parçalanması, en başta anlam bütünlüğünü bozmaktadır. Özellikle postmodern dünyada hakikatin parçalanması, toplumsal düzlemde yeni mikro tanrılar üretmekte ve bu tanrılar kişiden ayrı ayrı “credo” beklemektedir. Kişinin bir parçalanma gerçekleşmeksizin yaşaması da imkansız hale gelmektedir.

Peki dinler niye bu konuda kendilerinden bekleneni veremiyor? Bunun iki temel sebebiyle iktifa edebiliriz. Birincisi, özellikle kurumsal anlamda dinlerin cevap verebilme kapasitesindeki düşüştür. Dini söylemler içinde yaşadığımız dünyayı kavrayabilme noktasında bazı zafiyetler gösteriyorlar. Meselâ; “intihar edenlerin cenaze namazı kılınır mı?”, “insanların inançları zayıfladı” türünden yaklaşımlar, meseleyi hiç anlamayan ve sadece sonuçlarla uğraşan bir dini söylem türüdür. Halbuki insanların kimlik ve kişiliklerini parçalayan yukarıdaki anlattığımız süreçler ve sebepler kavranmadan, sadece “dini korkutmalar” ile sorun halledilemez.

İkincisi, bazı dini söylemler kendilerini bir idealizm içinde sunuyorlar. Yani gerçekliğin zihinde olduğu fikrinden hareketle, dış dünyanın realitesi ve etkilemelerini hiç görmüyorlar. Bunun doğal bir sonucu olarak, insanlara dini, bir takım söylemlerle ifade edince bütün sorunları çözeceklerini düşünüyorlar. Bu sebeple insanlar dini söylemlerle dış dünyanın realiteleri arasında bir sıkışmışlık da yaşıyorlar. Halbuki zihin ile dış dünya arasındaki uyum, ikisinin de dikkate alınmasını gerektirmektedir. Özellikle gençler böyle bir sıkışmışlık durumunda, realitenin yanında saf tutmaktadırlar.

İnsanlar Tanrı’yı kendi somut ihtiyaçları ve sorunları çerçevesinde de hissetmek istiyorlar. Bu anlamda dünya ve sorunlar ile ilgisiz Tanrı’yı kendilerine yakın bulmuyorlar.