Dini söylemi ‘anne’yle dengelemek
İnsan, kültür ve çevre kadar geçmiş, şimdi ve gelecek gibi zamanın da çevrelemesi altındadır. İnsan, “şimdi”yi yaşamakta ve anlamaya çalışmakta, geçmişin direkt veya dolaylı olarak etkisi ve hatta kimi zaman tasallutu altında kalmakta ve geleceğe doğru da projeksiyon geliştirmektedir. Gelecek tasavvurunu şimdilik bir kenara bırakarak, “şimdi” ve “geçmiş”in kendi içinde diyalojik ilişkisine bakabiliriz.
Diyalojik ilişkinin bu yazıda daha özel boyutu üzerine odaklanmaya çalışacağım. Sembolik bir ifadeyle “geçmiş”in anne, “şimdi”nin de ben ya da annemin çocuğu olduğundan hareketle dini söylemin bu diyalojik ilişkide nasıl geliştiği üzerine temrinler yapmaya çalışacağım. Buradaki temel problem; din adına ortaya konulan yorumların, ayağının yere basıp basmadığı ya da bir başka deyişle, içinde yaşanılan toplumda bir karşılığının olup olmadığı.
Dinin toplum içindeki yaşanma düzeyleri açısından yola çıktığımızda, kitabi din ve halk dininden bahsedebiliriz. Kitabi din, dini temel kaynaklarından öğrenen, ortaya koyduğu bilgilerin referanslarını ve kaynaklarını bilen bir öğrenme tarzını ifade eder. Bu, ulemanın dinidir. Halk dini ise, daha çok geçmişten tevarüsle öğrenilen büyük oranda geleneksel ögeler taşıyan; bu bağlamda referansı daha çok gelenek olan bir dini anlayıştır.
Ulema, hem kazandığı müktesebat hem de yükümlülükleri açısından ortaya çıkan sorunlar karşısında yeni ictihadlar üretebilen; bunu da “geçmiş” ve “şimdi” arasındaki diyalojik ilişkide gerçekleştiren bir profildir. Onun görevi bugünün sorunlarına öneriler getirebilmektir. Bu önerilerini, bir yandan “şimdi”ye kadar varolan insanlığın birikimleri, bilgileri ve gelişimlerini, diğer yandan “geçmiş”in müktesebatını dikkate alarak yapmak durumundadır. Burada bir geçmiş olarak gelenek (gelenek aslında bir geçmiş olarak işlemez ve bugünden yalıtık da değildir) bir yandan “değer” bir yandan da “usul” olarak işlemektedir. Dolayısıyla ulema, bu usulden tamamen kopuk bir şekilde ictihad geliştiremez. Belki zaman içinde bu usulde yenilenmeler olabilir. “Şimdi” ve birikimleri ile “geçmiş” ve gelenek arasındaki bu diyalojik ilişki, geleceğe doğru projeksiyon geliştirirken toplumları yörüngede tutar.
1980’li yıllarda lise ve ardından ilahiyat tahsilim sırasında ve bugüne kadar sonrasında, din adına bir söylem ürettiğim zaman bir gözümle de annem ve babamı ve hatta dedem ve ninemi takip ettim. Ben, yukarıda yaptığım tasnif gereğince kitabi İslam kategorisi içindeydim. Bir takım sorunlar olduğunu ve bu sorunlara öneriler getirmek gerektiğini bir yükümlülük olarak üstlendim. Ama ortaya sürdüğüm düşüncelerin ya da dini söylemlerin annemin yaşadığı ve yaşatmaya çalıştığı dünya ile irtibatsızlıklarını da bir kopukluk olarak kaydettim.
Bu bağlamda annem, benim için “geçmiş”in bir tevarüsü, bir değer olarak işlev görmekteydi. Onda bir “sağduyu”nun izlerini gördüm. İbadetlerine devam ettiği kadar, komşularıyla iyi geçinen, insanlara güleryüzlü davranan, çevresine misafirperverlik gösteren vb. bir değerler silsilesini yaşatmaya çalışıyordu. Onun dünya ile irtibat kurma biçimindeki “değer”sel içerik, bizim “bugün” aradığımız şeyler arasında bulunuyor.
Hiç şüphesiz bu analizlerle bugün” varolan bilgiyi, bilimi ve insanlığın devasa birikimlerini küçümsemiyorum. Tam tersine bugün dini söylemler için bunları elzem görüyorum. Geleneğin aynen tekrar edilemeyeceğini biliyorum ve gelenekten tevarüs edilenlerin de kritik edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Fakat ayağı yere basmayan dini söylemlerin, mutlaka bir denge unsuruna ihtiyacı var.