Dini Düşüncede Köksüzlük
Batı modernitesinin doğuşu ile birlikte, tüm dünyada ciddi kırılmalar yaşanmaya başlamıştır. İlkin, kendisini gelenekle bir tezat konsepti içerisine oturtan modernlik ciddi bir gelenek eleştirisi yaptı. Aydınlanma düşünürleri kilise başta olmak üzere birçok geleneksel kurumu ve geleneksel düşünceyi eleştirdi.
Batı modernitesinin Batı dışı
toplumlara aktarılması sonrasında, bu toplumlarda gelenek ile modern arasında
gerilimler yaşanmaya başlandı. Bir yandan bilindik bir kültürü tanımlayan ve
uzun tarihi süreçte kodlarıyla insanları belirleyen gelenek, diğer yanda yeni
dünyanın gereklilikleri en başta zihni gerilim olmak üzere pratik sonuçlarda da
ikircikli davranış tarzlarını birlikte getirmiştir.
Modernliğin yarattığı kırılma, bugün
gelinen noktada sorunların tamamen geleneksel mentalite içerisinden
halledilmesini imkansız haline getirmiştir. Bir başka deyişle, sadece
sosyolojik değişim açısından değil geleneğin mentalitesi ve müktesebatı
açısından da bu imkansız görünmektedir. Bu sebeple bugünün sorunları için bu
mentaliteyi sunulmayanlar başarılı olacaklarmış gibi görünmemektedir.
Fakat bu durum geleneği tamamen
devre dışı bırakan bir tavrı gerektirmez. Geleneğin burada üç önemli fonksiyonu
olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, İslam düşüncesinin köklerine işaret etmesi
açısından gereklidir. İkincisi, başından itibaren islam düşüncesinin farklı
kırılma zamanlarında bugüne gelinceye kadar nasıl aşamalardan geçtiği ve
sorunlarını nasıl çözdüğünün takip edilmesi. Üçüncüsü de, bu tarihsel süreç
içerisinde bakıye bıraktığı paradigma, sabite ve temel kavramlarının korunması.
Bugün İslam düşüncesi üzerine
yapılan tartışmalarda tam da bu nokta atlanmaktadır. Belki de bu sebeple İslam
düşüncesinin içinde “geleneksel” ve “modern” şeklinde iyi ayrı kategori görünür
oldu. Aslında bu kategorik bakışın her birinin gerçekliğin sadece bir boyutunu
görmekte ısrar ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Gelenekselciler biraz da
korumacı ve güvenlikçi bir yaklaşımla hareket etmekte, hatta kimi zaman
muhafazakarlaşmaya kadar gitmektedirler. Modernistler ise, çağdaş sorunlara
odaklanırken birkaç yüzyıldan daha geriye gidemedikleri için bir konumlanma
sorunu yaşamaktadırlar.
Türkiye’de 1980 sonrası dışa daha
açık modernleşme politikaları ile de bağlantılı olarak ciddi bir gelenek eleştirisi
başladı. Söz gelimi; en başta Süleyman çelebi’nin “mevlid” metni ve bunun
okunması bir sorunsal haline geldi. Hatta İslam’a yer açmak üzere tüm hataların
faturası geleneğe kesilirken, din fundamentalist ve ruhsuz bir nitelikle
tebellür etmeye başladı. Bugün gelinen noktada birkaç türlü bir köksüzlük ile
karşı karşıya bulunmaktayız.
Birincisi, özellikle gençlerde daha
çok gözlemlediğim husus; bugünü tamamen veri kabul ederek İslam’ın bu konudaki
kesin değişimini önermektedirler. Dini literatürden tamamen habersiz bu dil,
çözüm halletme konusunda son kertede dinin hedefleri, araçları ve
kavramlarından habersiz görünmektedirler. Buradaki en temel problem, günümüzde
yaşananların kesin doğrular olarak kabul edilmesidir. Halbuki bir sorunu çağdaş
dünyada çözmeye çalışmak ile bugünü tamamen veri kabul etmek arasında büyük bir
fark vardır.
İkincisi, geleneksel müktesebattan
ve dini kültürden uzaklaşma öncelikle dilin kaybedilmesini sonuçlamıştır.
Halbuki dil, insanın evrende kendisini sağlam biçimde kurmasının temelidir.
Bırakın beşyüz yıl öncesini, elli yıl öncesinin dilini bile anlamayan bir nesil
ortaya çıkmıştır.
Üçüncüsü ise, din ve gelenekselden
alınan mesafe, geniş bir kültür dünyasının zayıflamasını sonuçlamıştır. Din
sadece ibadetler, ritüellerden ibaret değildir, insanın varoşlunu sağlıklı
gerçekleştireceği sosyal ağlar, ilişkiler ve bu konuda üretilen kültür
demektir. Bugün müzikten sanata, komşuluktan gündelik ilişkilere kadar yaşanan
kayıplara bakılırsa, kayıpların neler olduğu da anlaşılacaktır.