Dindarlık nedir?
Bazen “filan kişi çok dindar” diye söylenir. Bazen “evlenmek için dindar bir kişi arıyor” cümlesi kurulur. Bazen namazlarını sıkı bir şekilde kılan insanları tanımlamak için kullanılmaktadır. Bugünlerde ise dindarlık ile onun içerimindeki örtüşme ve çelişkiler konuşulduğu gibi “dindar”lığın negatif yansımaları tartışılmaktadır. Peki o zaman dindarlık nedir?
Yıllar önce katıldığım
bir sempozyumda dindarlığı kısaca şöyle tanımlamıştım: “dindarlık dinin insan
hayatına nüfuz derecesidir.” Bu tanım her şeyden önce bütün insanların dindar
olduklarını içerir. Fakat burada “dindarlık” kavramını tekemmül etmiş, üst
düzeyde bir “olmuşluk” halini ifade etmez. İnsanlar farklı amel etme biçimleri
ve yoğunlukları çerçevesinde dindarlık bakımından sınanabilirler. Aslında
Mircea Eliade’ın “Kutsal ve Dindışı” isimli eserinde insanın dünya ile
ilişkisinde bir şekilde kutsallık ürettiğinden bahisle, profan bir insanın
olmayacağını savunmaktadır. Hatta dindarlığı sadece kurumsal dinler için değil,
yeni dini hareketler, dinimsi yapılara bağlılık çerçevesinde profan
dindarlıklar şeklinde de düşünebiliriz. Dolayısıyla dindar olmayan bir insan
yoktur.
Fakat burada
cevaplanması gereken en önemli soru dinin ne olduğudur. Meselâ; “ben dindar eş
istiyorum” ya da “ben dindar komşu istiyorum” şeklinde cümle kuranlar, büyük
oranda din adına belirtilen klasik ibadetleri yerine getiren, dinin emirleri
çerçevesinde hareket eden profilleri kastediyordur. Büyük oranda etrafta
gözlemlediğim dindarlık talepleri ve profilleri buna yönelik görünmektedir.
Fakat son dönemlerde mevcut dindarlık profillerinin özellikle ahlaki, kamusal hak ve
insanlararası ilişkiler alanındaki eksiklikleri daha çok tartışma konusu
olmaktadır.
Bu bağlamda dinin
kapsama alanını tespit etmekte fayda vardır. Çok kaba bir biçimde dindarlığın
şu üç tür ilişkideki yükümlülükleri tanımladığı belirtilmelidir. Birincisi,
Tanrı-insan ilişkisi, ikincisi, insan-insan ilişkisi ve üçüncüsü, insan-çevre
(tabiat) ilişkisi. Aslında müslümanlar çoğunlukla dindarlık tanımlarında
Tanrı-insan ilişkilerindeki yükümlülükleri genel bir çerçeve olarak
almaktadırlar. Böyle olunca Tanrı-insan ilişkisi, dindarlığın en geniş yegane
sınırı olarak belirmektedir. Namaz, oruç, hac, zekat gibi farzlar kadar birçok
haramlar buna örnektirler.
Aslında müslüman
toplumların çoğu zaman dindarlık bağlamında insan-insan ve insan-tabiat
ilişkileridir. Burada birebir insanlar arasında hakkın korunması kadar kamu
hakları öne çıkar. Meselâ; işçilerin haklarının ödenmesi, gelir dağılımının
düzenlenmesi birkaç örnektir. Öte yandan bir öğretmenin dersini hakkıyla
anlatmaması, ticaret erbabının üretim ve ticarette hileye başvurması, Çekilen
kesin zamanında ödenmemesi, inşaatın malzeme ve işçiliğinden eksiltme gibi
gündelik hayatın içinden örneklerini çoğaltabileceğimiz insan hakları ihlalleri
sayılabilir. Açıkçası dindarlığın önemli boyutlarından birisi budur. İslami
söylemlere göre, Allah kendine karşı yükümlülüklerdeki eksiklikleri affedebilir
ancak kul hakkına giren kısmı asla affetmez.
Müslüman toplumlarda
neredeyse hiç dikkat edilmeyen insan-tabiat ilişkisidir maalesef. Halbuki
kaynağı Allah olan insan ve tabiatın birbiriyle uyumlu biçimde akış içinde
olması gerekmektedir. Bu sebeple dindarlık açısından insan-tabiat ilişkilerinde
bir farkındalık ve bilinç uyandırılması gerekmektedir.
Öte yandan dindarlığın sadece dini metinleri okumak üzerinden beslenmesi gibi bir algı da söz konusudur. Bu çerçeveden bakıldığında dini metinler okumak dindarlığın parçası olarak görülürken, söz gelimi sosyal bilimler alanında çalışmak profan bir faaliyet olarak tanımlanmaktadır. Halbuki bu ayrıştırma her şeyden önce İslam’ın mentalitesi ve kapsayıcılığı açısından terstir ve müslümanların bilim alanında da çalışmaya olan ihtiyaçları açıktır. Din şayet hayatsa, dindarlığın içerimi de insana hayat sunmalıdır.