Din(darlık) dünyanın altında mı kaldı? IV
Dindarlık kavramı gelinen noktada
içeriksizleşerek negatif bir kavram haline gelmiştir. Bunun Türkiye’nin kısa
tarihsel süreci içerisindeki gelişmelerle bağlantılı sebeplerinden bahsetmek
mümkündür. Birincisi, dindar denilen kesimin etkinliğinin arttığı oranda
beklentilere cevap verememesi. İkincisi, dindar denilen kesimlerin çok geniş
anlamda gündelik hayatta başarılı temsiller üretememesi. Üçüncüsü, anlam daralmasına
uğrayan dindarlığın ortalama gündelik hayatı, insani ilişkileri sağlıklı
şekilde dolayımlayamadığı için “ötekileştirici” bir dil kazanmasıdır. Şimdi
bunları teker teker açımlayalım.
Modernleşme politikaları, pozitivist
perspektif 1980’lere kadar Türkiye’de dini ve dindar denilen kesimleri
periferide bırakmıştı. Periferik konum bir yandan bu kesimin devletin merkezine
doğru bürokratik ilerlemesinin önünde engel oluştururken diğer yandan sınıfsal
mobilizasyonun önünde de engel oluşturmakta idi. Bir de buna 1950’lerden
başlayan şehre göç süreciyle bu kesimlerin şehirdeki periferik konumları
pekişmiş olmaktaydı. Onların periferik konumları İbn Haldun’un deyişiyle
asabiyetlerinin birikmesine sebep olmuştur.
1980’lerde Turgut Özal iktidarı dindar
denilen kesimin merkeze yürüme çabalarının başlangıcını oluşturmuştur.
Eşzamanlı olarak 1990’lı yıllarda Türkiye’deki ekonomik, sosyal, siyasal
gelişmeler ve krizler de dine ve dindarlığa olan sempatiyi ve beklentiyi
artırmıştır. Fakat dindar denilen kesimin “merkez”deki konumlanışının her türlü
yanlış siyasetleri daha sağlıklı bir zemine oturtacağı yönündeki beklentiler
gerçekleşmedi. Burada daha önceki mahrumiyetleri telafi etmek üzere “konfor”da
ikamet edilmesi asabiyetin giderek zayıflamasını sonuçlamıştır.
Meselenin bir başka boyutu
müslümanların Osmanlı’nın son döneminden bu yana uygulanmakta olan yukarıdan
aşağıya dönüştürücü ve otoriter modernlik uygulamalarını değiştirmeleri
beklenmekteydi. Bu yöndeki dönüşüm en azından iki önemli kırılmayı
gerektirmekteydi. Birincisi, çok daha zor ancak bir o kadar sağlam bir yol olan
aşağıdan yukarıya yani kültürel ve toplumsal zeminden devlete ve siyasete doğru
dönüşüm. Burada ciddi bir sivilliğin geliştirilmesi beklenebilirdi. Fakat
müslümanlar sivilliğe pratik olarak en yakın oldukları halde bu imkanı
kullanmadılar. İkincisi, toplumsal talepleri derin sosyal ve tarihsel kodlarla
buluşturarak sağlıklı bir toplumsallık inşa etmek. Bu, aynı zamanda siyaseti
sorun çözer hale getirebilmek için devletle toplum arasında yeni bir sözleşmeyi
de imkan dahiline sokacaktı.
Dindar denilen kesim, toplumsal ve
kültürel düzlemde başarılı toplumsal temsiller üretemedi. Bir dönem önce
“başörtüsü” başta olmak üzere yaşadığı mahrumiyetleri sürekli hatırlayarak
gündelik hayatta birlikte yaşamanın imkanlarını üretme yerine sorunlu
temsillerle görünür oldu. Burada özellikle ilmi ve entelektüel boyuta önem
vererek teorik tartışmalar, dil ve söylemler üretmesi kastedilmektedir. Son
kertede sorunlu temsiller, “din” ve “dindarlık” kavramlarının üzerine negatif
yığınaklar yapılmasını sonuçlamıştır.
Dindarlığa yönelik eleştiriler
arttıkça, dindar denilen kesimler hem suçlayıcı bir dile doğru evrildiler hem
de derslerine çok iyi çalıştıkları klasik konular çerçevesinde dindarlığı
daraltarak apoloji yapmaya başladılar. Öyle ki, gündelik hayatın rutin
ilişkilerini çerçeveleyecek bir dindarlık söylemi üretemedikleri için “din”
toplumsal bir konsensusun imkanları dışına çıkmış oldu. Öyle ki artık havasstan
birçok tanıdıklarım “bir müddet din konuşmasak” demeye başladılar. Bu, benim
açımdan ciddi bir kırılma noktası gibi görünmektedir.
Tam da bu sebeple din ve dindarlığın
yeni baştan alınarak tanımlanmaya ve müslümanlar nezdinde yeniden
temsillendirilmeye ihtiyacı bulunmaktadır. Yoksa Halil Cibran’ın “Ermiş”
kitabındaki bilge kişiden insanların talebini ifade eden “bana dinden bahset”
sözünü değiştirerek “bana dinden bahsetme” diyenler çoğalacak mı?
Belirtilmelidir ki, Cibran’ın kitabındaki bilge insanın “ben size bugün dinden
başka bir şeyden bahsettim mi?” denilebildiği zaman bazı sorunlar aşılmış
olacaktır.