Din(darlık) dünyanın altında mı kaldı? II
Din ve dünya arasındaki ilişkilerin sağlıklı
bir biçimde kurulması, hem dine hem de dünyaya karşı geliştirilecek dengeli
tavırlarla mümkün olacaktır. Her ikisine doğru yapılan “aşırı eğilim”lerin
tarih boyunca sergilediği negatif örnekleri verme konusunda çok fazla
zorlanılmayacaktır. Bu açıdan üzerinde durulması gereken ilk problem din ve
dünya arasındaki ilişkilerdeki dengesizliktir.
İnsan için dünya, içinde yaşadığı ve farklı
irtibatlarla tecrübe ettiği bir alandır. Dinlerin insan için yazdığı hikayede dünyanın,
“geçici bir yararlanma mekanı” olduğu belirtilir ve ahiret hayatı farklı
boyutlarıyla betimlenir. Asıl yurdun ahiret olduğu yeri geldikçe vurgulanır.
Fakat insan için dünya, tanıdığı ve deneyimlediği yegane mekandır. Dolayısıyla bir
yanda insanın gözlerinin önünde tüm büyüleyiciliğiyle dünya; diğer yandan ölüm
ve ahiret.
İnsan
kendi hayatında bu gerilimi farklı boyutlarda tecrübe etmekte; buradan yola
çıkarak dünyaya dair tavırlar geliştirmektedir. Bu tavır alışlardan ilki
dünyaya sırtını dönmek şeklinde gerçekleşirken ikincisi, dünyevileşme olarak
kendisini göstermektedir. Her ikisi de gerçekte dünya ile ilişki biçimlerinde
bir probleme tekabül etmektedir.
İnsanlığın
erken dönemlerinden itibaren zahidane davranışlar geliştirmek adına dünyayı
tamamen iptal eden dindarlık biçimleri geliştirilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber
(SAV) zamanında üç kişi kendi aralarında konuşurken birisi “ben hiç
uyumayacağım; geceleyin ibadet edeceğim.” Diğeri “ben sürekli oruç tutacağım;
hiç iftar etmeyeceğim”, üçüncüsü de, “ben hiç evlenmeyeceğim” diyorlar. Bu
sözleri Hz. peygamber duyunca, “ben hem uyur hem de ibadet ederim. Hem oruç
tutar hem de iftar ederim. Aynı zamanda evlenirim.” Burada peygamberi söylem
din ile dünya arasındaki dengeli davranışlara göndermede bulunmaktadır.
Bugün
dindar denilen kesim yakın zamana gelinceye kadar ekonomik, sosyal, siyasal ve
kültürel anlamda periferide bulunmaktaydı. Bu tür mahrumiyetler ve sosyal
konjonktürden kaynaklanan zahidane görünümlü bir hayat ve ilişki biçimleri gelişmiştir.
Yine mahrumiyetin getirdiği koşullarda geliştirilen dindarlık biçimi, tüm
dindarlıkların kendisiyle değerlendirilebileceği bir genel kriter haline
gelmiştir. Burada gelişen dindarlık biçiminin, sosyolojik ve kültürel
arındırmaya tabi tutulmadan genelleştirilmesi, bugün hem sınıfsal hem de
değişen dünya koşulları dikkate alınmadığı için bir maluliyet de
taşımaktadır.
Söz
gelimi; geçmişte ekonomik anlamda periferide bulunuşun koşulları içerisinden
geliştirilen dindarlık biçimi, ekonomik şartların iyileşmesi karşısında
“para”nın zorladığı hayat şartlarını kendi değer ve ilkeleri çerçevesinde
karşılayacak bir dindarlık geliştirebildi mi? Bu soruya kolaylıkla “evet”
şeklinde cevap veremiyoruz. Zira bir kısım dindarlık söylemleri, parasal
genişlemeyi dindarlık kavramının hep dışında tutmakta; bunun bir sonucu olarak
bir yandan eski dindarlık biçiminin içinden ahlaki formlar geliştirmekte, diğer
yandan paranın hayata getirdiği değişimleri ahlak ile dolayımlayacak bir
dindarlık üretememektedirler. Dolayısıyla ekonomik anlamda refah düzeyinin
artması, dindarlık tanımlarının içinde hazmedilerek yerleşik hale
gelememektedir.
Burada
dindarlık kavramının içeriğinin boşalması ya da anlam daralmasına uğramasının
iki boyutuyla karşı karşıya bulunmaktayız. Birincisi, dindarlık insana değen
gündelik hayatın diğer alanlarını dikkate alarak “salt ibadet” sınırlarında
tanımlanarak anlam daralmasına uğramaktadır. Salt ibadete odaklanmak
“dindar”lığın kendisini yormadan vücudunu ispat edebildiği bir alan olarak
ortaya çıkmaktadır. İkincisi, dindarlık bu şekilde anlam daralmasına uğradıkça,
giderek insana değen boyutları azalmakta, hayattan uzaklaşmakta; içeriğindeki
boşalmalar faş olduğu oranda gelen eleştirilerle hırpalanmaktadır.
İnşaallah
gelecek yazıda konuya devam edelim.