Dindarların hayal kırıklıkları
Son dönemlerde bazı dini ilkelerden
uzaklaşanlar, dine yönelik eleştiri getirenler vb. sayısında fazlalaşmalar
görülmeye başlandı. Hatta dindar denilen kesimlerde geçmiş hayatlarından
pişmanlıkla bunu telafi etmek üzere yeni bir hayat tarzına doğru dönüşler de ciddi
biçimde gözlemlenmektedir.
Peki fenomeni doğru tanımlamak adına ne oldu
da bu tür değişimler görülmeye başlandı? Acaba Batı’da erken modernleşme
dönemlerinde kabul edildiği şekliyle dinin primitif ilişki tarzlarına karşılık
geldiği; dolayısıyla “dini aşmak” gerektiği mi anlaşıldı? Acaba geçmişte din
diye yaşanan hayatın aslında büyük bir cehaletten ibaret olduğu mu
düşünülmektedir? Din acaba dünya ile sağlıklı irtibat konusunda, dünya ile başa
çıkabilme konusunda yetersiz mi kalmıştır? Bu sorular hiç şüphesiz
artırılabilir.
Tabii ki tüm bu tavırlarda dine yaklaşım ve
algılama biçimleri büyük önem taşımaktadır. Din, her şeyde önce insanın kendisi
ve dünya ile irtibat kurmasını sağlayan bir çerçevedir. İnsanlığın kadim
zamanlarından bu yana “kendini bil” sözünün evrene doğru genişletilmiş işlevini
bir anlam dünyası inşa etmeye doğru götürmektedir din. Tam da bu sebeple dini
insani potansiyelleri sağlıklı bir şekilde geliştirebilme ve anlam dünyası
kurma bağlamında düşünmek gerekir.
Genel anlamda insan özelde dindarlardan bir
kısmı dini bir kurallar manzumesi ve bu bağlamda insanı kısıtlayan ögeler
olarak okumaktadırlar. Dolayısıyla dini ve dindarlığı insan(lığ)ı mahrumiyete
uğratan bir öge olarak görme eğilimindedirler. Diğer yandan modernitenin insan
için özgürlük vaadlerinin dünyada insanın tanımı ve çerçevesine dair ciddi
değişimler önerdiğini burada hatırlamak gerekir. Fakat bu vaadlerin dünyayı
aşamadığı ve ölümden sonraki hayat karşısında cevapsız kaldığı hep
atlanmaktadır. Tam da bu noktada Kur’an’ın “Onlar gelip geçici olanı (=dünya)
severler ve zor olanı (ahireti) ertelerler” (76/İnsan, 27) hatırlayabiliriz. Modern
kelimesinin “hemen ve şimdi” gibi anlamlarından yola çıkarak, hayatın buradan
ibaret görülmesi ve ölümden sonrasının paranteze alınması söz konusu
olmaktadır.
Burada sorunun iki boyutuna daha değineceğiz.
İlkin, dindar denilen kesimin yakın zamana kadar din üzerinden dünya ile
kurduğu temas ve okuma biçimi, Türkiye’nin küreselleşme sürecine dahil olmadan
önceki sınıfsallık, toplumsallık ve konjonktürelliği ile yakından
bağlantılıydı. Doğrusu o zamanki dindar söylemleri ve dünyaya dair üretilen
cevaplar belirli oranda bir karşılığa sahipti. Ancak özellikle 2000 sonrasında
küreselleşme çerçevesinde değişen sınıfsallık, toplumsallık ve ilişkilere
yetebilecek bir dini söylem geliştirilemedi. Hatta dindarlık söylemleri giderek
gerçeklikten ve insanların gerçek sorunlarından koptu.
İkincisi,
Habermas’ın tabiriyle giderek toplumda ekonomi dilinin belirleyici olması
birçok insan gibi dindar denilen kesimleri de belirli hayat tarzlarının önüne
getirip bırakmıştır. İçinde yaşadığımız dünyada kimliklerin daha çok
sahiplikler, belirli yaşam tarzları ve trendlerle belirlendiği bir çağda
“dindar kalmak” bir anlamda mahrumiyetler dünyasında yaşamak demeye
gelmektedir. Başta gençler olmak üzere insanlar daha öncesinden farklılaşarak
“yaşamak istemekte”dirler.
Kelimenin
tam postmodern içerimleriyle “yaşamak” üzere geçmişin söylemleri bir “esatir”
olarak görülürken, bugün yaşanan hayal kırıklıkları, başarısızlıklar ve
mahrumiyetlerin yegane sebebini din olarak tanımlayanlar da geçmişi reddi miras
ederken, din de negatiflenmektedir.
Herkes başarılı ve zengin olduğunu düşündüğü
batılılar gibi yaşamak istiyor. Geçmişte
Bunu eleştiren dindar denilen kesimler ise
gerçekleştiremedikleri hayalleri için geçmişlerinin boşa geçtiğini
düşünüyorlar. Bu sebepten olsa gerek sosyal medyada insanlara hayatlarını dinle
heba etmemelerini öğütleyenler var.
Söyleyeceğim
tek şey; daha hiçbir şey belli değil.