Din varoluşsal imkândır
Günümüzde dünya ölçeğinde bir “insan” krizi yaşadığımızı kabul ediyorum. İnsanın krizi onun dünya ile ilişkisinin tüm boyutlarına doğru yayılmıştır. Fakat kriz, insanın dünya ile ilişki biçiminden kaynaklanmakta olup varoluşsaldır. Belki de krizi giderek derinleştiren de bu noktadır.
Geçen yazımda Jürgen Habermas’tan yola çıkarak, içinde yaşadığımız dünyaya egemen olan “aklın” tıkandığı noktaları analiz etmeye çalışmış ve özellikle içinde bulunduğumuz dünyada yaşanan anlam ve varoluş sorunları karşısında dinin anlam potansiyellerine başvurulabileceğine dair Habermas’ın önerisini belirtmiştim. Habermas’ın dinle belli mesafeyi korumak adına bunu yaptığını ve bize bir dindarlık önermediğini de burada hatırlayalım.
Günümüzde “din” adına belirli zayıflamalar yaşandığını, kurumsal dinlerin cevap verebilme kapasitesinin düştüğünü ve hatta birçok farklı deneyimlerin başarısızlığı sebebiyle insanların dine karşı mesafelerinin arttığının tamamen farkındayım. Peki bu farkındalık ile birlikte niçin hala din üzerinde duruyorum? Hatta daha ileri giderek insanın varoluşsal ve anlam sorunları karşısında yegane imkanın din ve özelde İslam olduğunu iddia etmeye devam ediyorum?
Bunun birinci sebebi, insanın kendisini aşan varoluşsal bir boyutu vardır. O, nereden geldiği ve nereye gittiği (ölüm) ile burada niçin yaşadığı konusundaki belirsizlikleri gidermek istiyor. Modernitenin ciddi anlamda bilgi ürettiği, insana devasa maddi imkanlar sunduğu bir gerçektir. Dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü biliyoruz vb. Ancak modernitenin insanın nereden geldiği ve nereye gittiği konusunda insana sunacağı bir hikayesi yok. Dünyada niçin yaşadığına dair bir anlam da üretmiyor.
“Niçin kötü olmayayım?” diye soruyordu Richard Rorty. Bu soruya Post/Modern aklın kendi içinde tutarlı kalarak bir cevap üretebilmesi zor. Dünyanın nasıllığına dair bilgiler elbette önemli, ancak “dünyada niçin yaşandığı” sorusu cevaplanmadığı sürece insanın krizi devam ediyor. Bugün tüm dünyadaki insan krizinin nirengi noktası da burası.
Dinlerin insanın nereden geldiği ve nereye gideceği konusunda hikayeleri var. Din irrasyonel ilan edilip dışarıda bırakıldığında, modernite onun yerine bir hikaye yazamadı. O, sadece bu dünyanın sınırları içinde olup biten maddi bir yaşam üzerine odaklandı. Fakat insanın varoluşsal boyutu “aşkın”la bağlantısını koparmak istemiyor. Hatta bu sebeple modernitenin referans yapmak istemediği “aşkın”lık krizi kendisini gösterince, postmodernlik mitoslara geri döndü. Fakat varoluşsal sorun hala aşılamadı.
İkinci önemli nokta, insanın dünyanın ve kendisinin hakikatini anlama isteği ve teşebbüsüdür. Farklı ideolojiler, düşünceler ve dinler insanın ve eşyanın hakikatine dair önerilerde bulunmaktadır. Bugün egemen akıl, eşya ile teoriler arasındaki uygunluğu yeterli bularak bir açıklama yapmakta ve dünya inşa etmektedir. Halbuki bu eşyanın hakikati anlamına gelmez. Baudrillard’ın da sıklıkla belirttiği üzere hakikatin yeni temsillerini oluşturmak demektir.
Darwin insanın kökenini biyolojik referanslarla açıklamıştı. Freud ise, insanı bilinçaltı gibi çok da rasyonalize edilebilir olmayan bir altyapı ile açıklamaya çalıştı. Tüm bu tartışmalar arasında “insan nedir?”, “bu dünyada niçin yaşamaktadır?” sorusu hala cevaplanmayı beklemektedir. İşte burada insanın aşamadığı, varlığını en derinden ilgilendiren, asla boşveremeyeceği temel soruları vardır ve bu sorunlar karşısında din en temel imkanı sağlamaktadır.
Bunun karşısında kimi dindarların dinin bu boyutlarını çarçur ederek, iyi temsiller vermediği söylenecektir. Elhak doğrudur. Fakat bu, dinle ilgili belirttiğim önemli boyutu gözden çıkarmamızı gerektirmez. Çünkü başka imkan yok. Dinin hikayelerine itiraz edenlerin, mitoslardan uzaklaştığına rastlamadım.