Din toplum hayatında yok (mu?)
Dinin ve tabii ki bu topraklarda İslam’ın toplum hayatında nasıl seyrettiği ile ilgili bir analizde bazı bileşenleri ortaya koymalıyız. Ancak hemen peşinen bir tez olarak belirtmeliyiz ki, dinin toplum hayatında eski işgal ettiği konumu zayıflamış görünmektedir.
Birincisi,
müslümanlar içinde bulundukları coğrafyada henüz tüm dünyaya bir öneride
bulunmadıkları gibi, çoğunlukla başarısız olmuşlardır. Elbette müslümanların bu
durumunda Batı sömürgeciliği önemli bir rol oynamıştır. Ancak suçu tamamen Batı
sömürgeciliğine atarak işin içinden çıkmak mümkün değildir. Zira müslümanların
bilimden, felsefeden, düşünceden, plandan, üretimden, stratejiden uzaklığı
herkesin görebildiği olgusal bir durumdur.
İkincisi, yine
müslüman toplumlarda İslamcılar başta olmak üzere iddiası olan tüm gruplar da
henüz başarı adına ortaya bir şey koyamamışlardır. Üçüncüsü, bununla da
yetinmeyip gerçeklikten giderek kopmaktadırlar. Çevrelerinde gelişen olayları
kendi rasyonalitesi içinde ele alıp açıklama yapmak yerine, “Allah böyle istedi”
türünden söylemlerle ve irrasyonel bilgilerle görünür olan manzaralar
üretmektedirler. Dördüncüsü, Ekonomik, siyasi, toplumsal ve kültürel anlamda
İslam dünyasında bilgi ve teori üretebilme açısından ortada somut bir şey
görünmemektedir. Dolayısıyla başkalarının koordinatlarını belirlediği bir
dünyada oynanan sıfır toplamlı oyunda, “sıfır”ın bizim kaderimiz olduğunun
kabullenilmesi beklenmektedir. Bizi bu kadere sabitleyenler ise “sıfır”ı cennet
bileti gibi göstererek Marx’ın argümanını doğrulamaktadırlar.
Modernlik
bizzat yeni bir dünya kurma girişimi olarak iddialıydı. Bu iddialarını alt
alanda besleyecek birtakım argümanlardan hareket etmekteydi ki, özünde dinin
egemen olduğu klasik dünya anlayışını aşındırmakta ve onunla gerilim
yaşamaktaydı. Bu minvalde ilkin, Tanrı eski konumundan el çektirilmiş ve insan
Tanrı’nın yerine ikame edilmişti. Dolayısıyla ciddi bir ontolojik dönüşüm
gerçekleşmişti. İkincisi, insanoğlunun gelecekte evrenin tüm sırlarını çözerek
bilinmeyenleri bilinir hale getirdikçe dine de ihtiyaç kalmayacaktı.
Üçüncüsü, İlk
iki varsayımı diğer bazı gelişmeler ve tezler de beslemiştir. Bunların başında
evrim düşüncesi gelmektedir ki, bugün evrim kendi özgür ağırlığının da üzerinde
kazandığı anlamla hem biyopolitika ve sosyobiyoloji gibi bilimlerin hem de yeni
hümanistlerin temellerini oluşturmaktadır. Dördüncüsü, evrim düşüncesi ile
ilintili olarak “ilerleme” anlayışı insanlığın en baştan itibaren sürekli
ilerlediği iddiasını tekrarlarken, gerçekte insanın evreni değiştirme gücüne de
vurgu yapmaktaydı. Bu süreçlerin hiçbiri tanrı-insan ilişkisinin doğasından
bağımsız olarak okunamaz.
Bugün gelinen
noktada, geçmişten bu yana iddialı olan Müslümanlardan bir kısmı iddialarını
terketmiş ve aslında Post/modernliğin başarılı olduğunu ve ancak kurtuluşun
böyle gerçekleşeceğini savunmaya başlamışlardır. Aslında toplumda islami
söylemlerin tekrar edilmekle birlikte, hayatını post/modern koordinatlar
içerisinde kuran geniş kitlenin varlığı bir gerçektir. Artık tüketimden
kapitalizme kadar hiçbir kavram itiraz konusu değildir. Bu bağlamda dine olan
bağlılık ve güvenin zayıfladığı söylenebilir.
İkincisi,
klasik dini söylemleri tekrarlayıp savunuyor görünenlerin ise, geçmiş
yüzyıllarda kalmış bu söylemlerle yeni bir inşa olamayacağının farkında
olmamaları oldukça üzücü. Çünkü kendilerini İslam’ı savunuyor zannettikçe,
İslam’ı dünya ve insanlardan uzaklaştırdıklarının farkında bile değiller.
Üçüncüsü, gerçeklikten kopuk dini söylemler ise bilhassa yeni kuşak gençler
nezdinde hızla “dinde bir gelecek bulamayacakları” şeklindeki argümanı
kuvvetlendirmektedir. Gençler dinle gerçeklik arasında oluş(turul)an düalizm
karşısında ise gerçekliği tercih etmektedirler.
Tam da bu
sebeplerle müslümanların çok hızlı ve samimi bir şekilde kendileriyle
yüzleşerek, geçmişleriyle ve yaptıkları ile hesaplaşarak kendilerine yeni
koordinatlar açmaları halinde bir şansları olabilir. Ortada ciddi bir
muhafazakar görüntü var; ancak dünyayı kuracak bir içerik yok.