Din kalpsiz dünyanın kalbi mi?
Karl Marx dine yönelik analizlerini
şu cümleyle bitirmektedir: “Din kalpsiz bir dünyanın kalbi, vicdansız bir
dünyanın vicdanıdır; din halkların afyonudur.” Toplumumuzda bilhassa
muhafazakar kesimler bu sözleri anlamaktan biraz uzak olmuş; Marxizmin dine düşmanlığı
biçiminde bir yorumla sabitlemiştir.
Marx dini bir üst yapı kurumu olarak
konumlandırmaktadır gerçi. Bunun anlamı; tıpkı hukuk, sanat gibi din de bir
dönemde üretim araçları ve üretim ilişkilerinin bariz belirlenmişliği ile
nüksettiğinden burjuvanın taleplerine göre şekillenmiştir. Fakat yine de alt
yapı-üst yapı ilişkisinde dinin de belirli oranda etkinliğinin altını
çizmeliyiz.
Slovaj Zizek ve Boris Gonjevic
tarafından yazılan “Acı Çeken Tanrı” isimli kitapta ise Marx başta olmak üzere
o dönemde bazı düşünürlerin kitleler için dini gerekli gördüklerinin altı
çizilir. Bunun sebebi de, halkların çektikleri ıstırabı dindirecek bir şeye
ihtiyaç duymaları olarak belirtilir. Zizek’in yazılarından birisinin başlığı
da, “Sadece ıstırap çeken bir Tanrı bizi kurtarabilir” şeklindedir.
Aslında Marx burada dinin ikili
rolüne atıfta bulunmaktadır. Bunlardan biri, dünyanın tüm adaletsizliği,
problemleri, insanlığın ıstırabı yani kalpsizliği karşısında bir “kalp”
olabilmesi. Adaletsizlik ve ıstıraplar karşısında bir vicdanı temsil etmesi. Buna
göre dinden beklenen asıl rol; tüm ıstırap ve haksızlıklar ile insanlığın temel
sorunları karşısında dinin bir itirazı dile getirmesidir. Marx’a göre ikinci
rolü ise gerçekliğin üzerini örtmesidir.
Dinin gerçekliğin üzerini örtmesi,
ürettiği gündem ve dini söylemler ile üçüncü beşinci derecede tali sorunlara
dikkat çekmesidir. Böylece din ve Tanrı bir avuntu ve rehavet aracı haline
gelmektedir Marx’a göre. Bu noktada özellikle Tanrı ve din karşısında
insan(lar)ın aşırı günahkar gösterilerek çökertilmesi ile bir akılsallığın icad
edilmiş olduğunu da söyleyebiliriz.
Burada bir öz olarak dinden değil,
daha çok dini söylem ve anlayışlar üzerinde durulmalıdır. Bir başka deyişle,
dinin birbirine ters bu iki rolü, o dinin mensupları tarafından öne çıkarılan
söylemleriyle işler hale gelmektedir. Marx’ın dine yönelik yaklaşımlarında
eleştiri konusu yapılacak unsurlar varsa da, tarihsel süreçte bu ikili rolün
takip edilebileceği mebzul miktarda örnekleri vardır.
Söz gelimi; peygamberler
gönderilmeden önceki toplumda paganizmin oluşturduğu sosyal, ekonomik ve
kültürel yapı, yine toplumdaki büyük kesimlerin aleyhine işlemekte idi. Bu
durumun meşrulaştırıcısı ise o dönemdeki dini anlayışlardı. Peygamberlerin
mesajının en önemli boyutunu ise ekonomi politik oluşturmakta idi. Nihayetinde
âyetler “Kitap”ta yazıldığı gibi durmadı; sosyalitede “hayat” kazandı. Halbuki
müslümanlar temel ıstırapların sonuçlarını yaşarlarken ekonomi politiği
üzerinde hiç durmadılar. Bunun sonucunda İslam da bir söylem olarak
işlevsizleşti.
İçinde yaşadığımız post/modern çağ
insanın edilginleşmesi de dahil olmak üzere devasa sorunlarla insanlığı karşı
karşıya bıraktı. Tekrar tekrar küresel ölçekte tüketim ve borçlanmaya dikkat
çekiyorum. Bunlar insanın özgürlüğünü çoktan elinden aldı. Tam da bu sebeple en
baştan başlamalı ve özgürlük problemini konuşmalıyız. Yoksa gelecekte küresel ulus
aşırı azınlık sermayesinin güdümünde her türlü “mülk”iyete veda ederek tek
derdi biyolojik yaşam olan insanları gezegende seyrediyor olacağız. Küresel
paganizmin ekonomi politiği burada işlemektedir.
Peki dini söylemler insanlığın
ıstırabını dile getirebilmekte midir?