Din İnsana Kendisini Göstermelidir
İnsanı kuşatan varlık dünyası fenomenal ve olgusal nitelikleriyle insanın dikkatini çeker. Ekonomi yiyecektir, paradır, zenginliktir; hasılı ekonominin insan hayatında reel karşılığı vardır. Buna benzer birçok alanın olgusallığından bahsedebiliriz.
Bunların içerisinde herhalde bir tek din ve
Tanrı dediğimiz kavramlar metafizik ve soyut olarak kalırlar. Meselâ; insanlar
yüzyıllar boyu farklı dine inanmışlar, Tanrı(lar) kabul etmişler ve mabetler inşa
etmişlerdir. Mabetlere girilip hiç görülmeyen bir Tanrı’ya ibadet ve dua
etmişlerdir. Dualarına hiçbir şekilde somut bir cevap alamamışlardır. O zaman
önemli soru; insanlık tarihi boyunca insanlar niçin bir dine ve Tanrı’ya
inanmaya devam etmişlerdir?
Bu durumda Tanrı’nın
hiçbir şekilde insanda karşılığı olmadığı söylenebilir mi? Şayet böyle olsaydı,
bu kadar karşılıksız bir kavramı insanın devam ettirmesi söz konusu olamazdı.
Nitekim modern zamanlarda Feuerbach gibi bazı düşünürler, Tanrı’nın insanı değil;
insanın Tanrı’yı yarattığını öne sürmüşlerdir. Bir başka deyişle, insanın
açıklayamadığı şeyler karşısında Tanrı iyi bir açıklama olarak devreye
girmiştir. Mutlak bir güç olarak Tanrı, insanın kendisini aşan şeylere dair
icad ettiği bir kavram olarak görülmüştür. Tabii ki bu açıklama biçimi,
Tanrı’yı insan zihniyle sınırlayıp, dış dünyadaki karşılığını sıfırlamaktadır.
Tanrı ve dinle ilintili
tartışmaların esas odak noktası; eşyanın tanımı ve eşya ile ilişkide
geliştirilecek perspektif üzerinedir. Bunun anlamı; öncelikle insanın kendisi
ve evreni doğru bir şekilde tanımlamasıdır. Doğrusu dinin asıl fonksiyonu da
budur. Kur’an-ı Kerim’in hemen başında “içinde kuşku bulunmayan bu kitap,
arınmak isteyenler için bir kılavuzdur” denmektedir. Bu bağlamda kitap ilkin,
epistemolojik kesinlik iddia etmektedir. İkincisi de, eşya ile sahih ilişki
geliştirmek isteyenler için “gerçeklik” ile karşılaşma imkanını önermektedir.
Esasen dinin ve Tanrı’nın
insan hayatında vazgeçilmez olması bu noktada tezahür etmektedir. Zira
kendisinin ve eşyanın gerçekliğine dair arayışta olan insan, kendisini aşarak
metafiziğe dalış yapan yegane unsur olan dinle karşı karşıya kalmaktadır. Kendisi
ile evren ve eşya arasında oluşan boşluğu aşmak ve ontolojik güvenlik alanın
açmak için Tanrı iyi bir imkan oluşturmaktadır. Dolayısıyla antropolojik olarak
insanın dinle ilişkisi ve hatta dini yeniden üretmesi sona ermeyecek bir
faaliyettir.
Bugün dini söylem
üretenlerin en önemli sorunu dini ahkamlarla özdeşleştirmek olmuştur. Halbuki
insan kendisini ve eşyayı tanımadan ve bir felsefe oluşturmadan “ahkam”a
odaklanmakla kendisi ve insanlık için yaşanacak geometrik bir düzlem açamaz. Din
insanın dünya ve kendisi ile nasıl ilişki kuracağının felsefesi ve kodlarını
verir. Dine “ahkam”lardan başlamak işe sondan başlamak demektir ki, henüz ağacı
ve meyvesini tanımadan ağaçla ilişkili konuşma yapmaya benzer.
Öncelikle yanlış
tanımlanan ve “ait olduğundan başka bir yere bırakılan” eşya ve insanla
ilişkiler yeniden kurulmalıdır. Müslümanlar da bu minvalde kendilerini
mutlaklaştırmaktan vazgeçerek, ilişki biçimlerini yeniden kontrol etmelidirler.
Zira bulundukları durum, bu ilişkileri henüz iyi kuramadıklarını göstermektedir.
Dikkat ederseniz tarihsel
dinsel otoriteler ile dolayımlanmış ahkamlar günümüzde üzerimize bolca boca
ediliyor ve bunlar da insan için bir başka kölelik üretiyorlar. Dolayısıyla müslümanlar
için gerçeklik “batılın karşısında hak” olmaktan daha çok “dine karşı din”
şeklinde işlemektedir. İnsana kendisini göstermeyen her din, onu köleleştirir.