Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Din hayatın neresinde

Modern zamanlar hayatın parçalandığı bir nitelikle karşımızdadır. Descartes felsefesinde Tanrı’ya yer vermekle birlikte, hareket noktası olarak kendisini yani insanı almıştı. Daha da önemlisi Tanrı ile insanın egemenlik alanlarını birbirinden ayırmıştı.

Bunun modern insanın hayatındaki yansıması, hayatın farklı alanlarını birbirinden bağımsızlaştırmak şeklinde tezahür etmiştir. Özellikle bugün gelinen noktada dini dışarıda bırakarak insan hayatını yeniden tanzim etme girişimleri gözden kaçmamaktadır. Bu mentaliteye göre, hayatın ekonomik, sosyal, kültürel vb. boyutu tekemmül edince zaten dine de gerek kalmayacak; insan mutlu olacak şeklinde bir alt varsayım işletilmektedir.

Bu varsayımın en önemli yanılgısı, dini insan hayatında izole edilmiş bir pratikler silsilesi şeklinde tanımlamasıdır. Halbuki din hayatın içine sızan bir kültür yaratır; sosyal, kültürel vb. diğer alanların içinde işlemeye devam eder. Daha ileri giderek dinin bir hayat olduğunu ve hayat tarzı ürettiğini özellikle belirtmek gerekir.

Meselâ; bugün Avrupa’nın bütün modernleştirici süreçlere rağmen, hıristiyan kültürüyle yaşadığını görmekteyiz. Bu bayramlardan festivallere ve yüzyılların içinden süzülüp gelen gündelik hayat pratiklerine kadar geniş alan izlendiğinde görülebilecektir. Hıristiyan kültürü refleksleri gündelik hayatın içinde işlemeye devam etmektedir.

Modernitenin erken zamanlarında sosyolojik tartışmalara bakıldığında durum daha iyi anlaşılacaktır. Ferdinand Tönnies “Cemaat ve Cemiyet” isimli kitabında cemaat kültüründen cemiyete geçişin niteliklerini analiz etmektedir. Burada öncelikle “cemaat” kabramı ile kastedilen şeyin sadece dini grup olmadığını belirtmeliyiz. Burada cemaat aynı zamanda geleneksel sosyal ağları ve sosyal ilişki biçimlerini tanımlamaktadır. Akrabalık, komşuluk, dayanışma gibi anahtar kavramlar etrafında örülen cemaat tipi sosyal ağlar ve ilişkiler aynı zamanda dinin desteklediği ve hatta inşa ettiği ilişki biçimleridir. Aslında dinin bir şekilde hayatın içinde yalıtılması, modernlikle birlikte bu sosyal ağ ve ilişkileri de adım adım sonlandırmıştır.

Cemiyet ise atomize hale gelmiş fert olan “birey” ekseninde toplumu inşa ederken, insanın bu sosyal aidiyetlerini sonlandırmış ve açıkçası cemiyette onu kendi başına bırakmıştır. Böylece dayanışma azalırken, birey de devletin daha fazla artan gücüyle karşı karşıya kalmış görünmektedir. Burada bencillik, menfaatçilik, istiğna daha da yükseliş gösterirken, toplumun idamesini sağlayan değerler dizgesi de bozulmuş görünmektedir.

Aslında aynı sorunu yine Emile Durkheim da yoğunluklu bir şekilde tartışmıştır. Durkheim Fransız Devrimi ve Aydınlanma’nın yıkıcı etkilerinin son derece farkında olarak dinin toplumsal fonksiyonu ve dayanışma üzerinde durmuştur. Kendisi en azından agnostik olmasına rağmen, hatta dinin kökenini topluma bağlamasına rağmen, neticede dinin vazgeçilmezliğini savunmuştur.

Aradan geçen bunca zamana rağmen, “dayanışma”nın ciddi bir sorun olarak kendisini göstermeye başladığını söyleyebiliriz. Hatta geleceğe yönelik olarak toplumların dinle bağlantılı bir şekilde dayanışma sorunlarının yükseleceğini ileri sürebiliriz. Belki bugün aidiyetlerden kopmayı bir özgürlük şeklinde deneyimleyerek ilerlemeyi tercih eden toplumla karşı karşıyayız. Fakat bunun ne kadar sorunu önümüze getireceği ileride daha net görülecektir.

Bugün insanlar dini hayattan yalıtarak ilerlemeye çalışırken ve hatta bütün mutluluğun maddi araçlarla temin edileceği yönünde adımlar atarken, dayanışma ruhunun azalması ve aidiyetlerin zayıflamasının mental sorunlar getirdiğinin farkında değildir. “Corpus”ların arz-ı endam ettiği dünyada “ruh”un geri çekilmesi zaten başlı başına bir problemdir.