Din hayatın neresinde
Modern zamanlar hayatın parçalandığı
bir nitelikle karşımızdadır. Descartes felsefesinde Tanrı’ya yer vermekle
birlikte, hareket noktası olarak kendisini yani insanı almıştı. Daha da
önemlisi Tanrı ile insanın egemenlik alanlarını birbirinden ayırmıştı.
Bunun modern insanın hayatındaki
yansıması, hayatın farklı alanlarını birbirinden bağımsızlaştırmak şeklinde
tezahür etmiştir. Özellikle bugün gelinen noktada dini dışarıda bırakarak insan
hayatını yeniden tanzim etme girişimleri gözden kaçmamaktadır. Bu mentaliteye
göre, hayatın ekonomik, sosyal, kültürel vb. boyutu tekemmül edince zaten dine
de gerek kalmayacak; insan mutlu olacak şeklinde bir alt varsayım
işletilmektedir.
Bu varsayımın en önemli yanılgısı,
dini insan hayatında izole edilmiş bir pratikler silsilesi şeklinde
tanımlamasıdır. Halbuki din hayatın içine sızan bir kültür yaratır; sosyal,
kültürel vb. diğer alanların içinde işlemeye devam eder. Daha ileri giderek
dinin bir hayat olduğunu ve hayat tarzı ürettiğini özellikle belirtmek gerekir.
Meselâ; bugün Avrupa’nın bütün
modernleştirici süreçlere rağmen, hıristiyan kültürüyle yaşadığını görmekteyiz.
Bu bayramlardan festivallere ve yüzyılların içinden süzülüp gelen gündelik
hayat pratiklerine kadar geniş alan izlendiğinde görülebilecektir. Hıristiyan
kültürü refleksleri gündelik hayatın içinde işlemeye devam etmektedir.
Modernitenin erken zamanlarında
sosyolojik tartışmalara bakıldığında durum daha iyi anlaşılacaktır. Ferdinand
Tönnies “Cemaat ve Cemiyet” isimli kitabında cemaat kültüründen cemiyete
geçişin niteliklerini analiz etmektedir. Burada öncelikle “cemaat” kabramı ile
kastedilen şeyin sadece dini grup olmadığını belirtmeliyiz. Burada cemaat aynı
zamanda geleneksel sosyal ağları ve sosyal ilişki biçimlerini tanımlamaktadır.
Akrabalık, komşuluk, dayanışma gibi anahtar kavramlar etrafında örülen cemaat
tipi sosyal ağlar ve ilişkiler aynı zamanda dinin desteklediği ve hatta inşa
ettiği ilişki biçimleridir. Aslında dinin bir şekilde hayatın içinde
yalıtılması, modernlikle birlikte bu sosyal ağ ve ilişkileri de adım adım
sonlandırmıştır.
Cemiyet ise atomize hale gelmiş fert
olan “birey” ekseninde toplumu inşa ederken, insanın bu sosyal aidiyetlerini
sonlandırmış ve açıkçası cemiyette onu kendi başına bırakmıştır. Böylece
dayanışma azalırken, birey de devletin daha fazla artan gücüyle karşı karşıya
kalmış görünmektedir. Burada bencillik, menfaatçilik, istiğna daha da yükseliş
gösterirken, toplumun idamesini sağlayan değerler dizgesi de bozulmuş
görünmektedir.
Aslında aynı sorunu yine Emile
Durkheim da yoğunluklu bir şekilde tartışmıştır. Durkheim Fransız Devrimi ve
Aydınlanma’nın yıkıcı etkilerinin son derece farkında olarak dinin toplumsal
fonksiyonu ve dayanışma üzerinde durmuştur. Kendisi en azından agnostik
olmasına rağmen, hatta dinin kökenini topluma bağlamasına rağmen, neticede
dinin vazgeçilmezliğini savunmuştur.
Aradan geçen bunca zamana rağmen,
“dayanışma”nın ciddi bir sorun olarak kendisini göstermeye başladığını
söyleyebiliriz. Hatta geleceğe yönelik olarak toplumların dinle bağlantılı bir
şekilde dayanışma sorunlarının yükseleceğini ileri sürebiliriz. Belki bugün
aidiyetlerden kopmayı bir özgürlük şeklinde deneyimleyerek ilerlemeyi tercih
eden toplumla karşı karşıyayız. Fakat bunun ne kadar sorunu önümüze getireceği
ileride daha net görülecektir.
Bugün insanlar dini hayattan
yalıtarak ilerlemeye çalışırken ve hatta bütün mutluluğun maddi araçlarla temin
edileceği yönünde adımlar atarken, dayanışma ruhunun azalması ve aidiyetlerin
zayıflamasının mental sorunlar getirdiğinin farkında değildir. “Corpus”ların
arz-ı endam ettiği dünyada “ruh”un geri çekilmesi zaten başlı başına bir
problemdir.