Din hayata yetişemezse
“Hayat” çok fazla dinamiğin kesişme
noktasında kendisini göstermekte ve vücut bulmaktadır. Öncelikle hayatın bir
gerçeklik olarak önümüzden akıp gittiğini bilmekteyiz. Hayat kendi dinamik ve
gerçekliğini insana öğretme konusunda son derece mahirdir.
Sorunumuzla bağlantılı olarak
hayatın iki boyutunun altını çizebiliriz. Birincisi, hayat son derece dinamik
ve değişkendir. Bu minvalde anlayışlar, sosyal hayat, çevre sürekli değişkenlik
içindedir. İkincisi de, buna bağlı olarak teori ile pratik yani hayat arasında
da bir denge ve ilişki söz konusudur. Tabii ki hayat kendi gerçekliği
çerçevesinde insanlığı dönüştürme gibi bir merkeziliğe sahiptir.
Fakat insanlar hayatı belirli bir
çerçevede kurgulamak konusunda da çaba içindedirler. Farklı dinler,
ideolojiler, felsefi düşünceler “hakikat” tasavvurlarıyla bağlantılı olarak bir
dünya görüşü sunarlar. Aslında tarihin derinliklerine doğru baktığımızda din,
ideoloji ve felsefi düşüncelerin bir dünya kurmakta olabildiğince etkin
olduğunu da görmekteyiz. Nitekim İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik kadar
Marksizm, liberalizm, materyalizm, idealizm gibi ideoloji ve görüşlerin dünyayı
şekillendirme noktasında etkinliklerini bilmekteyiz.
Buna göre şunu söylememiz mümkündür;
Teori ile pratik yani hayat arasında etkileşim sözkonusudur. Her ikisi de
birbirinden etkilenerek ve birbirini dikkate alarak bir projeksiyon
geliştirebilirler. Şayet teori hayatın dinamiklerini gözetme konusunda geride
kalırsa, insanların anlayışlarına hitabetme ve onlarda tekabüliyet oluşturma
noktasında başarısız olacaktır. Aynı şekilde hayatın belirli bir düzen,
disiplin ve ahlakilik içinde yaşanabilmesi insan ve evrenin açıklama biçimleri
olan teorilere yani din, ideoloji ve felsefi düşüncelere ihtiyaç duymaktadır.
Burada hayatın gerçekliklerinin
zaten kendi içinde teorinin içerimlerini barındırmaktadır şeklinde teoriler de
geçen yüzyıllarda kuvvetli bir taraftar bulmuştur. Fakat bugün dünya çok iyi
gözlemlendiği zaman, insanın “aşkın”lık ihtiyacından mülhem herşeyi
kutsallaştırma ve dinselleştirme tavırlarının arttığını gözlemlemekteyiz. Çünkü
insana motivasyon sağlayan bu metafizik olmaktadır.
Tam da bu noktada, günümüzde dinin
önemli bir problemle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Bu da dinin hayatı
karşılayabilme kapasitesi olarak isimlendirilebilir. Burada “din” ile
kastettiğimiz şey, kurucu dini metinler olmayıp bu metinlere dayanarak üretilen
yorumlar ve dini bilgilerdir.
Hz. Peygamber (SAV) kendisine gelen
metinleri hayatla buluşturduktan sonra, o günkü hayatın dinamiklerini
karşılayacak sosyal, kültürel formlar üretmişti. Aslında bunun her dönemde
yeniden tekrar edilmesi, yani metinlerin hayatla buluşturularak bugünkü dinamizmi
karşılayacak anlayışlar ve formlar üretilmesi gerekmekteydi.
Fakat benim daha önce “indirgemeci
özdeşleştirmecilik” dediğim bir durum sürekli dini yorum adına kendisini
göstermektedir. Buna göre bir önce dönemde din adına üretilen formların,
sonraki döneme aktarılarak devam etmesiyle İslam geleneğin ve tarihin içinde
kilitlenip kalmıştır. Ortada din adına konuşulanlara, ilişki biçimlerine ve
cari dini kültüre baktığımızda, tarihi formları önümüzde bulmaktayız. Daha da
önemlisi, yeni yorumlar bugünkü hayatı karşılayabilecek bir ahlakilik oluşturma
konusunda da başarısız görünmektedirler.
Hayat kendi dinamizmi ile akıp
gitmektedir. Hayatın dinamizmini ve değişimleri anlamak, onun içerikleri ve
mentalitesini iyi kavramaktan geçmektedir. Fakat ortaya ikisi de yanlış
tavırlar çıkmıştır. Birincisi, bu hayatın tüm içerimlerine kendisini bırakan
bir eyyamcılık. İkincisi de, tarihin formlarıyla bu dinamikleri karşılayabilme
ümidi vermeyen bir dişndarlık.