Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Din hayata yetişemezse

“Hayat” çok fazla dinamiğin kesişme noktasında kendisini göstermekte ve vücut bulmaktadır. Öncelikle hayatın bir gerçeklik olarak önümüzden akıp gittiğini bilmekteyiz. Hayat kendi dinamik ve gerçekliğini insana öğretme konusunda son derece mahirdir.

Sorunumuzla bağlantılı olarak hayatın iki boyutunun altını çizebiliriz. Birincisi, hayat son derece dinamik ve değişkendir. Bu minvalde anlayışlar, sosyal hayat, çevre sürekli değişkenlik içindedir. İkincisi de, buna bağlı olarak teori ile pratik yani hayat arasında da bir denge ve ilişki söz konusudur. Tabii ki hayat kendi gerçekliği çerçevesinde insanlığı dönüştürme gibi bir merkeziliğe sahiptir.

Fakat insanlar hayatı belirli bir çerçevede kurgulamak konusunda da çaba içindedirler. Farklı dinler, ideolojiler, felsefi düşünceler “hakikat” tasavvurlarıyla bağlantılı olarak bir dünya görüşü sunarlar. Aslında tarihin derinliklerine doğru baktığımızda din, ideoloji ve felsefi düşüncelerin bir dünya kurmakta olabildiğince etkin olduğunu da görmekteyiz. Nitekim İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik kadar Marksizm, liberalizm, materyalizm, idealizm gibi ideoloji ve görüşlerin dünyayı şekillendirme noktasında etkinliklerini bilmekteyiz.

Buna göre şunu söylememiz mümkündür; Teori ile pratik yani hayat arasında etkileşim sözkonusudur. Her ikisi de birbirinden etkilenerek ve birbirini dikkate alarak bir projeksiyon geliştirebilirler. Şayet teori hayatın dinamiklerini gözetme konusunda geride kalırsa, insanların anlayışlarına hitabetme ve onlarda tekabüliyet oluşturma noktasında başarısız olacaktır. Aynı şekilde hayatın belirli bir düzen, disiplin ve ahlakilik içinde yaşanabilmesi insan ve evrenin açıklama biçimleri olan teorilere yani din, ideoloji ve felsefi düşüncelere ihtiyaç duymaktadır.

Burada hayatın gerçekliklerinin zaten kendi içinde teorinin içerimlerini barındırmaktadır şeklinde teoriler de geçen yüzyıllarda kuvvetli bir taraftar bulmuştur. Fakat bugün dünya çok iyi gözlemlendiği zaman, insanın “aşkın”lık ihtiyacından mülhem herşeyi kutsallaştırma ve dinselleştirme tavırlarının arttığını gözlemlemekteyiz. Çünkü insana motivasyon sağlayan bu metafizik olmaktadır.

Tam da bu noktada, günümüzde dinin önemli bir problemle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Bu da dinin hayatı karşılayabilme kapasitesi olarak isimlendirilebilir. Burada “din” ile kastettiğimiz şey, kurucu dini metinler olmayıp bu metinlere dayanarak üretilen yorumlar ve dini bilgilerdir.

Hz. Peygamber (SAV) kendisine gelen metinleri hayatla buluşturduktan sonra, o günkü hayatın dinamiklerini karşılayacak sosyal, kültürel formlar üretmişti. Aslında bunun her dönemde yeniden tekrar edilmesi, yani metinlerin hayatla buluşturularak bugünkü dinamizmi karşılayacak anlayışlar ve formlar üretilmesi gerekmekteydi.

Fakat benim daha önce “indirgemeci özdeşleştirmecilik” dediğim bir durum sürekli dini yorum adına kendisini göstermektedir. Buna göre bir önce dönemde din adına üretilen formların, sonraki döneme aktarılarak devam etmesiyle İslam geleneğin ve tarihin içinde kilitlenip kalmıştır. Ortada din adına konuşulanlara, ilişki biçimlerine ve cari dini kültüre baktığımızda, tarihi formları önümüzde bulmaktayız. Daha da önemlisi, yeni yorumlar bugünkü hayatı karşılayabilecek bir ahlakilik oluşturma konusunda da başarısız görünmektedirler.

Hayat kendi dinamizmi ile akıp gitmektedir. Hayatın dinamizmini ve değişimleri anlamak, onun içerikleri ve mentalitesini iyi kavramaktan geçmektedir. Fakat ortaya ikisi de yanlış tavırlar çıkmıştır. Birincisi, bu hayatın tüm içerimlerine kendisini bırakan bir eyyamcılık. İkincisi de, tarihin formlarıyla bu dinamikleri karşılayabilme ümidi vermeyen bir dişndarlık.