Din dilinin anlamı
İradesi dışında kendisini bu dünyada bulan
insanın en temel problemi kendisi ve dış dünyayı anlamlandırmak olmuştur. En
temel sorumuz; “dünya denilen bu mekanda ne işimiz var?” şeklinde ifade
edilebilir. Duyu, akıl ve sezgileriyle dış dünya ile ilişki kurarak insan bir
ilişki düzeneği kurabilmekte; ancak bu da nihai olarak anlam problemini
çözememektedir.
Dinin insan için vazgeçilmezliğinin
sebeplerinin başında böyle bir anlam düzeneği inşa etmesi gelmektedir. Doğrusu
bilim hiçbir şekilde anlam verme işlevine sahip değildir. Bilgi ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, “niçin” sorusunu
cevaplandıramamaktadır. Seküler ideolojiler bir motivasyon sağlamakla birlikte,
dünyayı aşacak bir epistemolojik ve ontolojik genişliğe sahip olmadıkları için
yegane vaadleri, dünyanın sonunda sahte bir cennet üretmekten öte değildir.
Bu bağlamda din, tüm bu üretimlerin dışında
ve üzerinde insana geldiği ve gideceği mekan ile dünyada bulunuşunun anlamını
söyler; Tanrı diye isimlendirilen bir varlıkla irtibatını sağlar. Bu, bir
anlamda insan tabiat dışında ya da tabiat üzerinden aşkınla dikey ilişkisini
kurmanın imkanıdır. Tam da bu sebeple Batılı felsefecilerin ifadesiyle “Tanrı
üzerine konuşma”yı tanımlamaktadır.
İnsan Tanrı üzerine bazı dolayımlar üzerinden
konuşmaktadır. Belki bu dolayımlardan ilki vahiydir. İkincisi de, yarattığı dış
dünya ve tabiattır. Tanrı ile insanın mahiyete dayanan derin farklılığı,
iletişimin ancak Tanrı’nın bir şekilde insana inzali ile mümkün olmaktadır.
Tanrı’nın insan ile iletişiminde en büyük zorluk, Tanrı’nın tam ve mükemmel
bilgisinin insani yetilerle kavranacak düzeyde ona aktarımıdır.
Bu bağlamda insandaki akli, duyusal, sezgisel
tüm melekeleri harekete geçiren bir Tanrısal hitap görürüz. Kur’an-ı Kerim’e bu
bağlamda yaklaştığımızda tüm bu melekelere farklı şekillerde seslenen bir hitap
şeklini izlemekteyiz. Bazı ifadeler “aklı” harekete geçirmeyi hedeflemektedir.
Esasen Kur’an-ı Kerim’in muhataplarıyla konuşmalarında aklın çerçevesi ve
çıkarımlarını her zaman korumaktadır.
Nitekim Kur’an’ın diline baktığımızda inanmayanların
yargıları ve iddiaları karşısında kesin bilgi ve delil (Burhan) istediğini
görmekteyiz. Tartışma konularının insandan tabiata kadar şehadet (fizik) alemin
sınırları içerisinde gerçekleştiğini izleyebilmekteyiz. Elbette Kur’an, Tanrı,
ahiret, metafizik ile ilgili bilgiler vermektedir. Bu bilgilerin zaten insan
tarafından kesin bir şekilde elde edilmesi mümkün değildir. Doğrusu Kur’an
şehadet âlemine olan göndermelerinde bu metafizik ile ilintiler tabii ki
kurmaktadır.
Burada önemli bir nokta da, Kur’an’ın baştan
sona Tanrı üzerine konuşan bir dili olmakla birlikte, insanın Tanrı ve
tabiattan ayrılmayacak şekilde bu dilin direkt ya da dolaylı şekilde ayrılmaz
bir parçası olduğudur. Bu bağlamda Kur’an’da Tanrı üzerine konuşmanın insan
üzerine konuşmaktan asla ayrılamayacağı söylenebilir.
Yine insanın sezgileri ve duygularına da
hitap edilmektedir. Sezgi ve duygulara hitap genel anlamda insanın doğasında
karşılık bulacak noktalar olduğu gibi, o günkü koşullarda Kur’an’ın inanan ya
da inanmayan tüm muhataplarının konjonktürel durumu ve olaylar çerçevesinde de
belirmektedir. Tam da bu sebeple vahyin tedrici bir şekilde inişini iyi anlamak
gerekir.
Günümüzde tek boyutlu olarak insana
yaklaşımların handikapları, özellikle kutsal kitabın dilini Tanrı’ya yakıştıramamak
gibi bir tavrın ortaya çıkmasını sonuçlamaktadır. Hatta bazıları bu dilde
düzeltmeler yapmak üzere harekete geçmektedirler.