Din çarkı niçin açığa dönüyor? II
Osmanlı’nın son döneminden itibaren giderek zayıflayan geleneksel toplum
yapısı bugüne gelinceye kadar batılılaşma ve/veya modernleşme politikaları ile
yerini farklı bir toplumsal yapıya bırakmıştır. Modernleşme sürecinde yaşanan
bu derin değişimi çerçeveleyebilecek bir değersel merkezin yaratılması
noktasında başarısız olunduğu anlaşılmaktadır.
Batı’da modern zamanlara geçişle birlikte kilisenin etkinliğini
kaybetmesi sonucu ahlakilik de dinden bağımsızlaşarak seküler bir temelde
yeniden inşa edilmiştir. Din özel alan işi olarak görülüp konumlandırılmış,
seküler ahlak ise hukukilik ile desteklenerek ahlakilik ve hukukilik arasındaki
boşluk kapatılmıştır. Kişinin dindar olup olmaması ise özel hayatın bir konusu
olarak tartışılmıştır.
Modern zamanlara geçişte bilhassa sosyoloji ve pozitivizm üzerinde
görünür olan yeni bir etik yaratma girişimini izlemekteyiz. Bu bağlamda
sosyoloji bilimi modernliğin bir teolojisi olarak devreye girerken,
olgusalcılık üzerinden temellendirilen pozitivizmin ise bir etik çerçeve olarak
işlevselleştirilmesi söz konusu olmuştur. Burada özellikle olgusallık üzerine
dayanan gerçeklik ve kesinlik bir etik çerçevenin çıkarılmasında önemli iki
anahtar kavram olmaktaydı. Dolayısıyla ortaya konulacak etik çerçevenin
kesinliği ve kendisine uyulmaya zorlanmasının meşruiyeti de sağlanmış olacaktı.
Batı’yı bu noktada takip eden Osmanlı’dan beri devam eden modernleşme
süreci adım adım pozitivizmi yerleştirmeye çalışmıştır. Fakat Batı ile Batı
dışı toplumların arasındaki temel farklılık Türkiye tecrübesini kendi
içerisinde farklılaştırmıştır. Batı’da yukarıda zikrettiğimiz tecrübe
Avrupa’nın kendi gerçekliği ve sosyal dinamikleri çerçevesinde gerçekleşmiştir.
Fakat Türkiye başta olmak üzere Batı dışı toplumlarda sosyoloji,
pozitivizm, ahlak ve nihayetinde din anahtar kavramlarının kendi düzeni ve
yerleşikliği sağlanamamıştır. Dolayısıyla bunların hepsinin birbirinin içine
karıştığı bir duruma ulaşılmıştır. Modernleşme sürecinde yaşanılan zihni
müşevveş durum, aslında bu karmaşıklığın bir sonucu görünmektedir.
Bir yanda yüzyılların içinden süzülüp gelen ve kültürelliğin içinde
sürekli işleyen din ve gelenek kendisini göstermektedir. Bu kültürellik içinden
gelişen ahlak ve sosyallik toplumsal reflekslerde sürekli açığa çıkmaktadır. Giderek
sosyal yapıda derinlere kadar inen modernleşme sonucu pozitivizm de radikal bir
şekilde uygulamaya girmiştir. Aslında bu ikisi arasındaki gerilim bugün de
sosyal, siyasal, kültürel sonuçları ile tecrübe ettiğimiz bir durumdur.
Pozitivizm Türkiye’de dinin ahlaki ve sosyal alandaki etkinliğini azaltan
sonuçlar üretti. Diğer yandan Batı’da olduğu gibi seküler bir ahlak
üretilemediği ve etkinleştirilemediği gibi, seküler ahlak ve hukukilik arasında
da mesafe de arttı. Dolayısıyla bugün kültürellik ve sosyallik içerisinde din,
ahlak ve seküler hayat birbirinden bağımsız fakat gerilimli bir şekilde insan
üzerinde tezahür etmeye devam etmektedir. Dolayısıyla din çarkının boşa
dönmesinin sebeplerinden birisi budur denilebilir.
İkincisi de, tüm bunlara rağmen müslümanların yerel düzeyden global
ölçeğe kadar iyi temsiller verememiş olmasıdır. Öyle ki, dine yönelik dile
getirilen birçok söylem maalesef toplumda ciddi karşılık bulmakta
zorlanmaktadır. Hatta dini söylemlerin meşruiyet çerçevelerine dair kuşkuların
yeni nesillerde arttığını da gözlemlemekteyiz.
Müslümanların insanları dinin ahlaki, sosyal, ibadi unsurlarına
davetlerinin karşılık bulamamasının temeldeki sebeplerini de burada aramak
gerekir. Bu gidişatın anomiyi derinleştirmesi kaçınılmazdır. Çünkü artık bizzat
değer ifade eden kavramların kendisi anlamsızlaşmaya başlamıştır. İşte bu
sebeple toplumu ortak değerler etrafında bütünleştirecek ahlaki bir çerçevede
uzlaşılması zorunlu görünmektedir.